Hangi Dert, Dert Ola
ki?
“Annem, babam ve Poy…(kardeşi)
çok acı var dayanamıyorum. Lütfen
beni affedin ve kendinizi üzmeyin, siz elinizden geleni yaptınız. Çok özür
dilerim. Çok çaresizim. Özür dilerim. Lütfen çıtçıta (köpeği) iyi bakın. Ve
paramı ve her şeyimi hayvanlara bağışlayın.”
Güleç yüzlü diye kahkahaları ile tasvir edilen bir öğretim görevlisinin Boğaziçi Köprüsü üzerinde arabasını durdurup; kendini sulara bırakmadan önce arabasında bıraktığı not… Bu not sayesinde tanıdım kendisini ve onun ardından psikologlar, psikaytrisler, akademisyenler konuştu. Çalıştığı konunun ağırlığı üzerine duruldu. “Benlik yıkımı” gibi görünen bu olayın üzerinden geçen zaman on yıl… “Çok” dediği acılar dinmedi; gülen yüzlerin ardında çok da derinlerde insanı sarsan o acı halen bilinemedi.
Birkaç sene evvel… Günün orta
vakti; Sahaflar Çarşısı’ndaki Sahaf bir ağabey var; ona uğrayacağım ve ulaşmak
istediğim bir kitabı sorup, yoluma devam edeceğim. Kendisi benim için “kitapçı”
veya “sahaf” olmasından öte iyi sohbeti olan, kitaplar üzerine de
konuşulabilinecek birisi… O gün kafam ve gönlüm çok kalabalık, binlerce düşünce içinden nasıl çıkacağımı bilemediğim birkaç husus beraber gelmiş; tam
bunalma halindeyim ve kendi kendime dayanma gücü diliyorum ki en azından bir
sakinleyeyim ve en azından bir tanesine hal çaresi düşünebileyim. İstemsiz
gülümsemiş olacağım ki sahaf ağabeyden de güler yüzle mukabele… konuşuyorken “bu
söz üzerine de intihar edecek değil ya…” diye bir cümle ediveriyor. Üzülüyorum;
belli etmiyorum ama ikimiz yan yana kaldığımızda “ağabey, sen öyle dedin ama buradan
gidip belki de intihar ederse … misal benim bile buraya gelirken nasıl ve ne
düşünce içinde geldiğimi bilebilir misin? Ben seninkini? Yüzüm güler görüyorsun
sağolasın sen de öyle karşılık veriyorsun ama … neyin neyi tetikleyici belli mi
olur? Belki o, buraya gelirken kafasında intiharı düşünüyordu; bilemeyiz …
sonra vicdan azabını hissetmeyelim.” Ağabey anlayışlı biri ve durdu gözlerime
baktı; aklından kim bilir kimler geçti ciddi ve anlayan bir tavırla “haklısın”
dedi; “dikkat etmek lazım.” Birbirimize dikkat etmek lazım; biraz daha hürmetle,
sadece yüzümüze değil; yüreklerimize kadar bakmak lazım.
“Herkesin
bir derdi var durur içerisinde…”[1]
Bebeğin bile kendince derdi olduğu düşünülürse; yaş ilerledikçe herkesin kendi cüssesince ve ölçüsünce en azından bir dert omzuna iniyor. Kimininki başkasına ağır, kimininki başka biri için kuş tüyü kadar hafif. Şu an kolaylıkla yapabildiğimiz bir şey, bir bebek için ne kadar zor ise, her kişinin yapısı için bazı şeyler gerçekten zor olabilir fakat bazen aslında dert olmayan şeyleri dertmiş gibi görüp gözümüzde büyüttüğümüzde, kendimizden yukarıdakilere bakıp bir nevi aşağılık fikrine kapıldığımızda veyahut da ser verip sır vermeyen kişilerin yerine kendimizi koyamadığımızda, kısacası empati yapamadığımızda zulmetmeye başlıyoruz. Çünkü yerli yerine koyamıyoruz; fikren bile yerli yerinde olmayınca zalimlik kol geziyor. Bunu hepimiz bazı anlar gaflet anlarımızda yapıyor olsak da; ne zaman dozu aşıyor ve zorbalığa ve başkasının üzerine varmaya doğru gidiyor?
Biraz da göreceli, kişiden kişiye değişen bir duruma benziyor benzemesine de; sürekli bir şeylerden yakınan, şikayet eden veya görünürde çok da iyi görünüp bazı cümlelerin ardına, mantık silsilesi düzgün olmayan bir düşünüş sistemiyle “çok büyük sorun” addettikleri şeyleri ardı ardına sıralayıp aslında sizi boğanları nasıl değerlendireceğiz? İşte tam da burada “gerçek bir dert edinmek yani dertlenmek nasıl olur?” sorusu işin içine giriyor gibi. İlk önce herkesin derdi var yazıp; sonra da böylesi bir soru çelişki gibi gelmemeli. Ufak tefek olaylar içinde olanları, onların yaşadıklarını, yani o kişilerin hislerini sahte olduğunu iddia etmiyor bilakis doğru yerden kaynaklı olmayan hislerin yaşanmaması için bir düşünüş içine giriyoruz. Çok yemek yediği için lokmaları çiğnemekten ağzı yorulanla; ağzı açlıktan yara bere içinde olup da çektiği ızdırab ile su bile içemeyenin bir olamadığına ufak bir dokunuşla temas etmek önemli. Bu durumların her ikisinde de yaklaşımlar ön plana geliyor. Bazen yaşadıkları boyunu bile aşanlardaki özgüveni, teslimiyeti ve kendi halini unutup halen başkasının sıkıntısını kendininki bileni; bir yandan da özgüven eksikliği, ilgi beklentisi, kendine dair çeşitli görüntülerle açığa çıkan bazen parlatılmış bir benlik algısı, bazen tam tersi şekilde aşağı olduğuna dair fikirler ile bezeli insanların dışarıya karşı kendini koruma içgüdüsü ile yansıttıkları hal apayrı. Ya başkalarına acımak ile bakıp garip bir büyüklenme görünüyor ya da asli bir amaca, hedefe, gayeye bağlanmadıkları yani asli manada dertsiz oldukları için veya çocuk oyunu şeyleri gözlerinde büyüttükleri için dünya sathında gaye edindiklerinden dertleri ve bundan kaynaklı insanları der ediniyor olmaları pek doğal. Hatta o vakit, böylelikle kendileri bir dert olma yolunda doğru emin adımlarla ilerliyorlar.
Bunun ruh soykırımı ile ilişkisi de işte tam da bu
noktada başlıyor. Çocukken fazla korunmuş, her bebek ve insan özel olsa da
fazlaca el üstünde tutulmuş, gerçek hayat ile tanıştırılmamış, sorumluluk
verilmemiş, yaralı ruhlarla temas ettirilmemiş, gönül vererek iş yapmak
hissettirilmemiş, kendinden üsttekilere değil –acıma hissiyle değil insani bir
tanıklık olarak - aşağıdakilere bakması gerektiği kendinden zor durumda olanlardan
çok şey öğrenecek olduğu idrak etmesi sağlanmamış; tökezlemesine dahi izin
verilmemiş; her şahsi sorununda bile kendisi çözmesi beklenmemiş; bazı şeyleri
dünya üzerinde değil asıl zevklerin nerde aranacağı hissettirilmemiş; belki
çokça itilip kakılmış, evinde gerektiği kadar ilgi, sevgi ve şefkat görememiş
bu yüzden bunu başka şeylerde ve başka insanlarda başka insanların onayında ve
onlara hükmederek bulmaya çalışan… nice çocuklar ve ileride de halen maması
arkasından koşturulan diye tabir edebileceğimiz nice yetişkinler(!); sürekli
sorumluluğu kendinde aramayıp dışarıda arayan; sorunu başka yerlerde ve
başkalarında arayalar ruh soykırımı gerçekleştiren bir zorbalık sürecine fail
olarak dahil olabiliyorlar.
…
arabalar, yatlar, katlar, sevgililer, eşler, çocuklar, torunlar, en yüksek
mevki, terfi, binlerce yüzlerce kitap okumak, şiir yazmak, filmler çekmek veya oynamak, en
zorlu soruları çözmek, ödül alan bir çalışmada bulunmak … hiç biri kafi
gelmeyebilir. Sadece bunlara bağlı kalınmış ise… zaten insanın yapısı gereği muhakkak
bir eksikliği vardır; en basiti saçınız kıvırcık olsa düz olsun diye uğraşmak
durumundasınızdır; hastalıktan saçı dökülenleri akla getirmeden. Bazı kişiler
aslında kendi içlerinde kendi kendilerine yakınlaştıracak olan sıkıntıyı
bastırmak için yanılsama ve yansıtma yapmak durumundadırlar. Kaşını ilk
kaldıran veya kaldırmayan kişi bile hedef tahtasına oturtulur. Genelde hedef
tahtasındaki kişiye karşı içten içe bir çekememezlik durumu vardır zira içte
derinlerde saklı duran, hatırlanmayı bekleyen o hali tavırları ile yansıtan
kişiden huzursuz olurlar. Misal vermek gerekirse eğer kişi buradan başka bir
yerde işe yaramayacak idealler yüklenmişse yani tekrar edersek ev, araba, iş,
kariyer, bilim adamı olmak, eş, sevgili, çocuk, anne-baba, tatil, yurt dışı
eğitimi, yazlık, mevki,titre, ödüller vs vs. (bunlar olsun tabii ama kasıt bunların temel
olması yani dışında yani bunları aşan bir ideal yoksa) misal verirsek, çok
istediği o son model arabayı elde ettiğinde ve bu onun için istediği veya
diğerleri gözünde derecesini yükselttiğine inandığın önemli bir husus ise ve
tam o sahte doyumu yaşadığı anda biri gelip; yolda yürümenin güzelliği ve yürümeye
dair övgülerden filozof görüşlerinden, sağlık için yararından bahsediyorsa;
artık o kişi hedef tahtasındadır; zira onun tahtını zihninde alaşağı etmiştir
ve o çok ulaşmak istediği şeyin ne kadar da basit olduğunu yüzüne istemeden de
olsa çarpmıştır. Bu kişiler o esnada cevap verebilir; söyleneni uygunsuz dille
eleştirebilir, espri kılıfı altında terbiyeyi aşan ifadeler kullanabilir veya
cevap vermeyip dinlerken aslında biriktirir. Bu gibi ufak görünen şeylerle süreç
başlamıştır artık.
Çocuk hayatının da büyük yaşlardaki hayatımızın bir nevi minyatürü olduğunu şekillerin, suretlerin farklı olmasının aslında çok fark oluşturmadığını ve zorbalığın kişilik bozukluğu olduğu[2] ve yapısal olanlarının çok az olduğunu hatırlatarak;
“Zorbalığı ortaya çıkarmada ve
önlemede zorba çocukların kişilik tiplerini bilmek çok önemlidir. Zorbalar iri
veya ufak herhangi yapıda olabilir. Kızlar da erkekler kadar zorbalığı
uygulayacak yeterlikte olabilir. Araştırma sonuçları zorbalığın genelde kişilik
bozukluğu olduğunu, okul kurallarını sıklıkla ihlal ettiklerini, kaygı
düzeylerinin düşük olduğunu, özsaygı düzeylerinin yüksek olduğunu diğer
çocuklara karşı olumlu tavır sergileyemediklerini, başkalarının başarılarını
kıskandıklarını, yenilgiyi kabul edemediklerini, öfkelerini kontrol
edemediklerini ve ilişkilerinde başarısız olduklarını göstermektedir. Ayrıca
ailesi içinde zorba davranışlara maruz kalan ve okulda başarı gösteremeyen,
değersiz olduğunu düşünen ve kendisine güvenmeyen öğrenciler de zorbalığa
başvurabilmektedir.
Zorbalığın mağdurlarına gelince,
Elliot (1997) mağdurların çoğunlukla duyarlı, zeki, nazik ve aileleri ile iyi
ilişkiler kurabilen çocuklar olduğunu
söylemektedir. Bu çocuklar genellikle çatışmaların, bağrışmaların olmadığı,
sakin aile ortamlarından gelmektedir. Bu yüzden zorbalar onlara
saldırdıklarında ne yapacaklarını
bilememektedirler. Sıklıkla zorbaların neden böyle olumsuz şekilde
davrandıklarını sormakta ve bunu hak etmediklerini düşünmektedirler. Acı olan
ise, zorbanın bakış açısından, bu tür çocukların iyi hedef olmalarıdır…”[3]
Çocuklarımıza oyuncak, tablet, telefon, ödev, okul başarısı gibi idealler vermek yerine okul başarısının seçeceği mesleği en iyi şekilde yapıp faydalı olmakla ilgili olduğunu, tablet-telefon vb. hususların yaşına uygun olmamasının yanında böyle maddi gereçlerin ideal olarak olamayacağını; herkesin öğrenirken kendine göre hızları olduğunu ve karşılaştırmanın yersiz olduğunu hissettirdiğimizde; maddiyatla, gidilen okulla (özel, devlet, fen lisesi, düz lise), anne-baba soyadıyla/mesleğiyle hatta ve hatta anne/babanın yaptığı iyi şeylerle, büyük mevkilerde tanıdıkları olmakla …kendisinin iyi insan olamayacağını bunun kendi çabasıyla ilgili olduğunu hissettirip; zor durumdakilerle bağ kurmayı, kendinden aşağıdakilere bakabilmeyi, gönül ile iş yapabilmeyi, un ufak olacak değil gerçek idealler edinebilmeyi ve onların peşinde koşabilmeyi, diğerlerinin halinden anlamayı, sorumluluk sahibi olup yaptığı hatalardan sorumlu olabilmeyi, sürekli yanında bir anne, bir baba, bir büyük olamayacağı durumlar olduğunu ve kendi başına bazı şeyleri yapabilmesi gerektiğin hissettirebildiğimizde zorbalığa giden yolu bir nebze olsun tıkamış olabiliriz.
2009 yılında, sabah sularında bir kadını köprüde
yürürken gören taksi şoförü ne düşündü? Bu kadının öğrencileri neler dedi? Evi,
arabası, severek yaptığı mesleği, titresi, yaşadığı iyi bir hayat, akademik
yolda iyi çalışmalar; güler yüz, hürmet …görece… her şeyi vardı; yakınlarından kimse
tahmin etmiyordu o kadar neşeli birinden böylesi bir yürüyüş… O kadar acı da ne
ola ki? Başkasının ciğer yangını… kendi iç buhranı, belki de kimsenin
bilmediği/sezdirmediği zorluklar… anlaşılamayış… dünyadaki bu kadar çok derdi
görmeyenlerin, gözleri onda bunda olanların, derdi kendisi değil başkaları
olanların soykırıma tabii tuttukları ruhlar ve ruhumuz. Gayesizlerin ilerleyişlerinde,
İnsan kardeşine sırtını dönüp hemhal olmak istemeyen gözlerini çevirenlerin
gözlerinin içine bakmak ve “bari bu şekilde anlayın” ifadesi miydi bu yürüyüş? Bu yürüyüşe sebep, dünyada
hangi acı, hangi dert, dert ola ki?
[1]
Volkan Konak (söz: Nuran Bahçelikapılı), Maranda,
DMC, Haziran 2003
[2]
Bir psikolog, yıllardır tecrübesine ve
danışanlarından edindiklerine dayanarak şöyle bir şey ifade etti “terbiyesizlik,
bir kişilik bozukluğu değildir.” Bu benim için çok önemli ve farklı bir alan
açtı. Ruh soykırımında ve burada çocuklarla
ilgili bahsettiğimiz -konular iç içe olsa bile- zorbalık üzerine; yetişkin yaştaki zorbalar dahi tedavi vb.
süreçler ile bu kişilik bozuklukları düzelebilir. Lakin psikoloğun bu cümlesi
üzerine düşününce “terbiyeli bir kişinin yetiştirilmesi” eğitim alanında birisi olarak ifade etmeliyim
ki daha zorlu bir alan olarak karşımıza çıkabilir gibi göründü gözüme. Zorba
veya zorbalık yapan bir çocuğunuz varsa daha yetişkin yaşta olmadığı için
üstesinden gelinebilir bir durum olduğunu, haksızlık etmemek adına eklemek amacıyla ifade
etmekte yarar gördüm.
[3]
Yasemin K.Kepenekci,Pelin Taşkın,Eğitim Hukuku, Ankara, Siyasal
Kitabevi, Şubat 2017, s.148