8 Nisan 2019 Pazartesi

Hangi Dert, Dert Ola ki?


Hangi Dert, Dert Ola ki?


“Annem, babam ve Poy…(kardeşi) çok acı var dayanamıyorum. Lütfen beni affedin ve kendinizi üzmeyin, siz elinizden geleni yaptınız. Çok özür dilerim. Çok çaresizim. Özür dilerim. Lütfen çıtçıta (köpeği) iyi bakın. Ve paramı ve her şeyimi hayvanlara bağışlayın.”

Güleç yüzlü diye kahkahaları ile tasvir edilen bir öğretim görevlisinin Boğaziçi Köprüsü üzerinde arabasını durdurup; kendini sulara bırakmadan önce arabasında bıraktığı not… Bu not sayesinde tanıdım kendisini ve onun ardından psikologlar, psikaytrisler, akademisyenler konuştu. Çalıştığı konunun ağırlığı üzerine duruldu. “Benlik yıkımı” gibi görünen bu olayın üzerinden geçen zaman on yıl… “Çok” dediği acılar dinmedi;  gülen yüzlerin ardında çok da derinlerde insanı sarsan o acı halen bilinemedi.

Birkaç sene evvel… Günün orta vakti; Sahaflar Çarşısı’ndaki Sahaf bir ağabey var; ona uğrayacağım ve ulaşmak istediğim bir kitabı sorup, yoluma devam edeceğim. Kendisi benim için “kitapçı” veya “sahaf” olmasından öte iyi sohbeti olan, kitaplar üzerine de konuşulabilinecek birisi… O gün kafam ve gönlüm çok kalabalık, binlerce düşünce içinden nasıl çıkacağımı bilemediğim birkaç husus beraber gelmiş; tam bunalma halindeyim ve kendi kendime dayanma gücü diliyorum ki en azından bir sakinleyeyim ve en azından bir tanesine hal çaresi düşünebileyim. İstemsiz gülümsemiş olacağım ki sahaf ağabeyden de güler yüzle mukabele… konuşuyorken “bu söz üzerine de intihar edecek değil ya…” diye bir cümle ediveriyor. Üzülüyorum; belli etmiyorum ama ikimiz yan yana kaldığımızda “ağabey, sen öyle dedin ama buradan gidip belki de intihar ederse … misal benim bile buraya gelirken nasıl ve ne düşünce içinde geldiğimi bilebilir misin? Ben seninkini? Yüzüm güler görüyorsun sağolasın sen de öyle karşılık veriyorsun ama … neyin neyi tetikleyici belli mi olur? Belki o, buraya gelirken kafasında intiharı düşünüyordu; bilemeyiz … sonra vicdan azabını hissetmeyelim.” Ağabey anlayışlı biri ve durdu gözlerime baktı; aklından kim bilir kimler geçti ciddi ve anlayan bir tavırla “haklısın” dedi; “dikkat etmek lazım.” Birbirimize dikkat etmek lazım; biraz daha hürmetle, sadece yüzümüze değil; yüreklerimize kadar bakmak lazım.

“Herkesin bir derdi var durur içerisinde…”[1]

Bebeğin bile kendince derdi olduğu düşünülürse; yaş ilerledikçe herkesin kendi cüssesince ve ölçüsünce en azından bir dert omzuna iniyor. Kimininki başkasına ağır, kimininki başka biri için kuş tüyü kadar hafif.  Şu an kolaylıkla yapabildiğimiz bir şey, bir bebek için ne kadar zor ise, her kişinin yapısı için bazı şeyler gerçekten zor olabilir fakat bazen aslında dert olmayan şeyleri dertmiş gibi görüp gözümüzde büyüttüğümüzde, kendimizden yukarıdakilere bakıp bir nevi aşağılık fikrine kapıldığımızda veyahut da ser verip sır vermeyen kişilerin yerine kendimizi koyamadığımızda, kısacası empati yapamadığımızda zulmetmeye başlıyoruz.  Çünkü yerli yerine koyamıyoruz; fikren bile yerli yerinde olmayınca zalimlik kol geziyor. Bunu hepimiz bazı anlar gaflet anlarımızda yapıyor olsak da; ne zaman dozu aşıyor ve zorbalığa ve başkasının üzerine varmaya doğru gidiyor?

Biraz da göreceli, kişiden kişiye değişen bir duruma benziyor benzemesine de; sürekli bir şeylerden yakınan, şikayet eden veya görünürde çok da iyi görünüp bazı cümlelerin ardına,  mantık silsilesi düzgün olmayan bir düşünüş sistemiyle “çok büyük sorun” addettikleri şeyleri ardı ardına sıralayıp aslında sizi boğanları nasıl değerlendireceğiz? İşte tam da burada “gerçek bir dert edinmek yani dertlenmek nasıl olur?” sorusu işin içine giriyor gibi. İlk önce herkesin derdi var yazıp; sonra da böylesi bir soru çelişki gibi gelmemeli. Ufak tefek olaylar içinde olanları, onların yaşadıklarını, yani o kişilerin hislerini sahte olduğunu iddia etmiyor bilakis doğru yerden kaynaklı olmayan hislerin yaşanmaması için bir düşünüş içine giriyoruz. Çok yemek yediği için lokmaları çiğnemekten ağzı yorulanla; ağzı açlıktan yara bere içinde olup da çektiği ızdırab ile su bile içemeyenin bir olamadığına ufak bir dokunuşla temas etmek önemli. Bu durumların her ikisinde de yaklaşımlar ön plana geliyor. Bazen yaşadıkları boyunu bile aşanlardaki özgüveni, teslimiyeti ve kendi halini unutup halen başkasının sıkıntısını kendininki bileni; bir yandan da özgüven eksikliği, ilgi beklentisi, kendine dair çeşitli görüntülerle açığa çıkan bazen parlatılmış bir benlik algısı, bazen tam tersi şekilde aşağı olduğuna dair fikirler ile bezeli insanların dışarıya karşı kendini koruma içgüdüsü ile yansıttıkları hal apayrı. Ya başkalarına acımak ile bakıp garip bir büyüklenme görünüyor ya da asli bir amaca, hedefe, gayeye bağlanmadıkları yani asli manada dertsiz oldukları için veya çocuk oyunu şeyleri gözlerinde büyüttükleri için dünya sathında gaye edindiklerinden dertleri ve bundan kaynaklı insanları der ediniyor olmaları pek doğal. Hatta o vakit, böylelikle kendileri bir dert olma yolunda doğru emin adımlarla ilerliyorlar.

Bunun ruh soykırımı ile ilişkisi de işte tam da bu noktada başlıyor. Çocukken fazla korunmuş, her bebek ve insan özel olsa da fazlaca el üstünde tutulmuş, gerçek hayat ile tanıştırılmamış, sorumluluk verilmemiş, yaralı ruhlarla temas ettirilmemiş, gönül vererek iş yapmak hissettirilmemiş, kendinden üsttekilere değil –acıma hissiyle değil insani bir tanıklık olarak - aşağıdakilere bakması gerektiği kendinden zor durumda olanlardan çok şey öğrenecek olduğu idrak etmesi sağlanmamış; tökezlemesine dahi izin verilmemiş; her şahsi sorununda bile kendisi çözmesi beklenmemiş; bazı şeyleri dünya üzerinde değil asıl zevklerin nerde aranacağı hissettirilmemiş; belki çokça itilip kakılmış, evinde gerektiği kadar ilgi, sevgi ve şefkat görememiş bu yüzden bunu başka şeylerde ve başka insanlarda başka insanların onayında ve onlara hükmederek bulmaya çalışan… nice çocuklar ve ileride de halen maması arkasından koşturulan diye tabir edebileceğimiz nice yetişkinler(!); sürekli sorumluluğu kendinde aramayıp dışarıda arayan; sorunu başka yerlerde ve başkalarında arayalar ruh soykırımı gerçekleştiren bir zorbalık sürecine fail olarak dahil olabiliyorlar.
… arabalar, yatlar, katlar, sevgililer, eşler, çocuklar, torunlar, en yüksek mevki, terfi, binlerce yüzlerce kitap okumak,  şiir yazmak, filmler çekmek veya oynamak, en zorlu soruları çözmek, ödül alan bir çalışmada bulunmak … hiç biri kafi gelmeyebilir. Sadece bunlara bağlı kalınmış ise… zaten insanın yapısı gereği muhakkak bir eksikliği vardır; en basiti saçınız kıvırcık olsa düz olsun diye uğraşmak durumundasınızdır; hastalıktan saçı dökülenleri akla getirmeden. Bazı kişiler aslında kendi içlerinde kendi kendilerine yakınlaştıracak olan sıkıntıyı bastırmak için yanılsama ve yansıtma yapmak durumundadırlar. Kaşını ilk kaldıran veya kaldırmayan kişi bile hedef tahtasına oturtulur. Genelde hedef tahtasındaki kişiye karşı içten içe bir çekememezlik durumu vardır zira içte derinlerde saklı duran, hatırlanmayı bekleyen o hali tavırları ile yansıtan kişiden huzursuz olurlar. Misal vermek gerekirse eğer kişi buradan başka bir yerde işe yaramayacak idealler yüklenmişse yani tekrar edersek ev, araba, iş, kariyer, bilim adamı olmak, eş, sevgili, çocuk, anne-baba, tatil, yurt dışı eğitimi, yazlık, mevki,titre, ödüller vs vs.  (bunlar olsun tabii ama kasıt bunların temel olması yani dışında yani bunları aşan bir ideal yoksa) misal verirsek, çok istediği o son model arabayı elde ettiğinde ve bu onun için istediği veya diğerleri gözünde derecesini yükselttiğine inandığın önemli bir husus ise ve tam o sahte doyumu yaşadığı anda biri gelip; yolda yürümenin güzelliği ve yürümeye dair övgülerden filozof görüşlerinden, sağlık için yararından bahsediyorsa; artık o kişi hedef tahtasındadır; zira onun tahtını zihninde alaşağı etmiştir ve o çok ulaşmak istediği şeyin ne kadar da basit olduğunu yüzüne istemeden de olsa çarpmıştır. Bu kişiler o esnada cevap verebilir; söyleneni uygunsuz dille eleştirebilir, espri kılıfı altında terbiyeyi aşan ifadeler kullanabilir veya cevap vermeyip dinlerken aslında biriktirir. Bu gibi ufak görünen şeylerle süreç başlamıştır artık.

Çocuk hayatının da büyük yaşlardaki hayatımızın bir nevi minyatürü olduğunu şekillerin, suretlerin farklı olmasının aslında çok fark oluşturmadığını ve zorbalığın kişilik bozukluğu olduğu[2] ve yapısal olanlarının çok az olduğunu hatırlatarak;
“Zorbalığı ortaya çıkarmada ve önlemede zorba çocukların kişilik tiplerini bilmek çok önemlidir. Zorbalar iri veya ufak herhangi yapıda olabilir. Kızlar da erkekler kadar zorbalığı uygulayacak yeterlikte olabilir. Araştırma sonuçları zorbalığın genelde kişilik bozukluğu olduğunu, okul kurallarını sıklıkla ihlal ettiklerini, kaygı düzeylerinin düşük olduğunu, özsaygı düzeylerinin yüksek olduğunu diğer çocuklara karşı olumlu tavır sergileyemediklerini, başkalarının başarılarını kıskandıklarını, yenilgiyi kabul edemediklerini, öfkelerini kontrol edemediklerini ve ilişkilerinde başarısız olduklarını göstermektedir. Ayrıca ailesi içinde zorba davranışlara maruz kalan ve okulda başarı gösteremeyen, değersiz olduğunu düşünen ve kendisine güvenmeyen öğrenciler de zorbalığa başvurabilmektedir.
Zorbalığın mağdurlarına gelince, Elliot (1997) mağdurların çoğunlukla duyarlı, zeki, nazik ve aileleri ile iyi ilişkiler  kurabilen çocuklar olduğunu söylemektedir. Bu çocuklar genellikle çatışmaların, bağrışmaların olmadığı, sakin aile ortamlarından gelmektedir. Bu yüzden zorbalar onlara saldırdıklarında  ne yapacaklarını bilememektedirler. Sıklıkla zorbaların neden böyle olumsuz şekilde davrandıklarını sormakta ve bunu hak etmediklerini düşünmektedirler. Acı olan ise, zorbanın bakış açısından, bu tür çocukların iyi hedef olmalarıdır…”[3]

Çocuklarımıza oyuncak, tablet, telefon, ödev, okul başarısı gibi idealler vermek yerine okul başarısının seçeceği mesleği en iyi şekilde yapıp faydalı olmakla ilgili olduğunu, tablet-telefon vb. hususların yaşına uygun olmamasının yanında böyle maddi gereçlerin ideal olarak olamayacağını; herkesin öğrenirken kendine göre hızları olduğunu ve karşılaştırmanın yersiz olduğunu hissettirdiğimizde; maddiyatla, gidilen okulla (özel, devlet, fen lisesi, düz lise), anne-baba soyadıyla/mesleğiyle hatta ve hatta anne/babanın yaptığı iyi şeylerle, büyük mevkilerde tanıdıkları olmakla …kendisinin iyi insan olamayacağını bunun kendi çabasıyla ilgili olduğunu hissettirip; zor durumdakilerle bağ kurmayı, kendinden aşağıdakilere bakabilmeyi, gönül ile iş yapabilmeyi, un ufak olacak değil gerçek idealler edinebilmeyi ve onların peşinde koşabilmeyi, diğerlerinin halinden anlamayı, sorumluluk sahibi olup yaptığı hatalardan sorumlu olabilmeyi, sürekli yanında bir anne, bir baba, bir büyük olamayacağı durumlar olduğunu ve kendi başına bazı şeyleri yapabilmesi gerektiğin hissettirebildiğimizde zorbalığa giden yolu bir nebze olsun tıkamış olabiliriz.

2009 yılında, sabah sularında bir kadını köprüde yürürken gören taksi şoförü ne düşündü? Bu kadının öğrencileri neler dedi? Evi, arabası, severek yaptığı mesleği, titresi, yaşadığı iyi bir hayat, akademik yolda iyi çalışmalar; güler yüz, hürmet …görece… her şeyi vardı; yakınlarından kimse tahmin etmiyordu o kadar neşeli birinden böylesi bir yürüyüş… O kadar acı da ne ola ki? Başkasının ciğer yangını… kendi iç buhranı, belki de kimsenin bilmediği/sezdirmediği zorluklar… anlaşılamayış… dünyadaki bu kadar çok derdi görmeyenlerin, gözleri onda bunda olanların, derdi kendisi değil başkaları olanların soykırıma tabii tuttukları ruhlar ve ruhumuz. Gayesizlerin ilerleyişlerinde, İnsan kardeşine sırtını dönüp hemhal olmak istemeyen gözlerini çevirenlerin gözlerinin içine bakmak ve “bari bu şekilde anlayın”  ifadesi miydi bu yürüyüş? Bu yürüyüşe sebep, dünyada hangi acı, hangi dert, dert ola ki?







[1] Volkan Konak (söz: Nuran Bahçelikapılı), Maranda, DMC, Haziran 2003
[2] Bir psikolog, yıllardır tecrübesine ve danışanlarından edindiklerine dayanarak şöyle bir şey ifade etti “terbiyesizlik, bir kişilik bozukluğu değildir.” Bu benim için çok önemli ve farklı bir alan açtı.  Ruh soykırımında ve burada çocuklarla ilgili bahsettiğimiz -konular iç içe olsa bile- zorbalık üzerine;  yetişkin yaştaki zorbalar dahi tedavi vb. süreçler ile bu kişilik bozuklukları düzelebilir. Lakin psikoloğun bu cümlesi üzerine düşününce “terbiyeli bir kişinin yetiştirilmesi”  eğitim alanında birisi olarak ifade etmeliyim ki daha zorlu bir alan olarak karşımıza çıkabilir gibi göründü gözüme. Zorba veya zorbalık yapan bir çocuğunuz varsa daha yetişkin yaşta olmadığı için üstesinden gelinebilir bir durum olduğunu,  haksızlık etmemek adına eklemek amacıyla ifade etmekte yarar gördüm.
[3] Yasemin K.Kepenekci,Pelin Taşkın,Eğitim Hukuku, Ankara, Siyasal Kitabevi, Şubat 2017, s.148