1 Temmuz 2019 Pazartesi

Carpe Diem!


Carpe Diem!


Sabahın erken saatleri zannediyorum ki sabah 08.30 idi; Ramazan ayı, üniversite zamanlarım, ilk yurtdışı deneyimim Amerika’dan, Türkiye’ye geri dönmemin üzerinden zannediyorum iki gün geçmişti. Dolu dolu, hareketli, uzunca bir yaz ayı, uzun bir yolculuk, saat farkı derken Ramazan ayı ile birlikte bünyem daha olağan haline dönememiş; yeni uyanmış halde salonda oturakalmışım. O dönemde okyanus aşırı olan yerlerde bizim kullandığımız çoğu cep telefonları kullanılamıyor idi; o yüzden cep telefonum Türkiye’de kapalı vaziyette bırakmıştım. Dört aydan fazla süre sonra ilk o gün cep telefonumu elime aldım; açtım. Kimseye geldiğimi daha haber etmemişim fakat beni oradayken e-postalarıyla yalnız bırakmayan bir lise arkadaşımdan mesaj geliverdi ekrana ve sadece şu yazıyordu:“Carpe Diem!” … Şaka gibi sanki geldiğimi fark etmiş, telefonumu açtığımı görmüş gibi. Bir zaman geçmiyor ki bu sefer telefon çalıyor; tanımadığım bir numara. Açıyorum. Bir kadın sesi. İlk ne söylediğini hatırlamıyorum. Mealen kocasına benim telefonumdan mesajlar geldiğini, mesaj atılmamasını istediğini söylüyor. Mesaj atılmamasını istendiğine göre -mesaj içeriklerini bilmesem de, asıl mesaj atan kişiyi de bilemesem de- anlaşılan kadın ve kocasının ilişkisi bağlamında derin bir sıkıntı var. En azından kocasının niyeti açısından durum sadakatsizlik alanına girecek şekilde. Ya duygusal,ya  nesneleştirme, ya cinsi, kısaca aldatmanın bir çeşidi olabilecek veya herhangi bir çeşit aldatmayı ele verecek içerikli mesajlar olmalı ki sabah sabah tanımadığı birine telefon edip “mesaj atma” desin. Kadına durumu izah etmeye bu telefonun aylardır kullanılmadığını, zaten böyle bir şey olmasının mümkün olamayacağını, hem de ne kendisini ve ne eşini tanımadığımı sakin sakin izah ediyorum ama inandıramıyorum. Ruhu o kadar yorgun olmalı ki beni dinlemiyor büyük ihtimalle. Yanlış numara çevirmiştir, diye düşünerek hangi numarayı aradığını soruyorum; gerçekten de benim telefon numaramı söylüyor. O zaman ben de afallayarak kalakalıyorum. Nasıl olabilir? Kadın kibar, hakaret etmiyor hatta oldukça nazik sadece ses tonu içinin hararetiyle yükselmeye başlıyor benim de sabrım tükenmeye… İçimden “kocası biriyle ... suçlamayı ben dinliyorum. Anlatıyorum anlamıyor; eşinin telefonundan yanlış almış numarayı …sabah sabah alakam olmayan şeyin ortasında kaldım,…  ” diye yüzlerce kelime içimden geçip, sabrım tükenmeye başlarken, artık tam bağırmaya yeltenecekken daha oldukça minik olduğu anlaşılan bir bebeğin ağlama sesi arkadan duyuluyor…  Kadının son cümle yine “artık kocama mesaj atma”. Suratıma telefonu kapatışı. Oturduğum yere mıhlandım sanki. Halen o sırada olduğu gibi, kendimin karşısına geçip o andaki “ben”i seyredebiliyorum. Bugün yaşasaydım “o an”ı … Düşünmek istemiyorum. O bebek sesi…Kadının böylesi erken saatte, büyük ihtimalle zor bela kocasının telefonundan (yanlış) aldığı numarayı, tahminimce o işe gider gitmez içi içine sığmayarak çevirmiş olması… Kaderin cilvesi ki gerçekten karşıda bir kadın sesi: benim sesim. Erkek sesi olsa ne fark ederdi ki? Erkekle de böyle bir şey olabilirdi pekâlâ!  ….Sebepleri o esnada düşünmüyorum. Binlerce sebep olabilir; çift ilişkisinin bozukluğu, ailevi veya adamdan belki de kadından kaynaklı, belki de karşı taraftakinden…belki de hepsinden kaynaklı bir sorun. Bütün bunlar önemsiz. O bebek işte orada, masumca ağlıyor sadece; onca çalkantının ortasında ateş ortamına attıkları aslında o oluyor. Kim ister öyle bir ortamda bir bebek sesi olmayı? Kadının, adamın, diğer kişinin, bebeğin…Ne adları-sanlarını bilirim, ne tanırım…Ne de bu hikâyede yerim var. Akşam veya ertesi gün kadın sakinleyince durumu anlaması için geri arayıp, bu sıkıntısından etkilendiğimi yalnız olmadığını hissettirmek isteyip, hem de kocasının foyasını meydana çıkarmada yardım etme hissiyatı gütmüş bile olabilirim. Oldu da. Yapabilirdim… yapmadım. Dua ettim. Ona ve onun gibi yüreği yangında olanlara. En çok da masum yavrucuklara. Oracıkta, suratıma kapanan telefon ile kaldı o kadın. Bir daha yanlışlıkla  da olsa aramadı.[1] Benim ne hissedebileceğimi bilemedi ama ben onun içinde yaşayabileceği azabı derinden hissettim. Bebeğin ağlama sesini duyuşum ile kursağıma dolan şeyleri konuşamayışımı, telefon Amerika’da yanımda olsaydı neredeyse kendimden bile şüphe edecek hale geldiğimi, utanışımı“an gibi” yeniden hissediyorum. Sanki aldatan veya aldatmada payı olan telefonla ulaşılmaya çalışılan diğer kişi gerçekten de benmişim gibi kendimi suçlu ve kirli hissedişimi de...


Bu günlerde[2] fiziki şiddet içeren olaylarla ilgili görüntüleri üst üste görüp, çocuklara yönelik cinsi arzuları, yazar görüntüsüne bürünenlerden çıkan mide bulandırıcı ifadelerle okuyunca içimde bir sarsıntı oluyor ilk önce. Yıllar önce o kadınla olan konuşmadan sonra olduğu gibi; her şiddet türünde kendim yapmışım veya benim başıma gelmiş gibi bir utanç ve kirlilik hissediyorum. Bütün uygunsuz işleri yapanların suçunu üzerimde sanki. Bunların insanın kendi başına gelmesi ile şiddeti gerçekleştiren kişi olması arasında kirlilik açısından fark varsa da his olarak yok mu? Birinde kendi içinden çıkan kir, diğerinde ise öbüründen üzerine sıçrayan çamur misali bulaşan ama ilk etapta bu kirin senden dolayı olduğunu zannetme hali.Ya diğer insanların sessizliği? Bu kişilerin etrafında olup da gören, duyan, bilen kişilerin sessizlikten öteye geçen durumlar. Uygunsuz halleri oluşturan, uygulayan, yayan kişilerin yanında oluşları; bu kişileri daha üstte görmeleri, cesur bulmaları; onlara bir anlamda tebaa hatta yalaklanacak durumda oluşları belki ufak bir yer edinme, arkadaşlığı kaybetmeme, işten kovulmama, benim ailemden/etrafımdan/cemiyetimden diye göz yummaları veya bu olayın belki bir yerinde kendisine de hayvani dürtülerini gidermek için pay çıkar hevesleri… Etraftakiler daha mı az kirli? İnsan nasıl bu kadar küçül(tül)ebilir? İnsanlık bu kadar nasıl küçül(tül)ebilir; aşağı çekilmek istenebilir? İnsan nasıl insan olmaktan böylesi şekilde vazgeçebilir? Başka birine bunu nasıl yapabilir? Akla dahi gelemeyecek şeyleri hayal edip, düşünüp, eyleme dökmeye azmedip, uygulayabilir? Hiç yukarı kademelere, siyasete veya bilmem ne holdinglerine bakmaya ne hacet? En ufak apartmana bakalım. Kapı görevlisinden, apartman yöneticisine. Ailelere… İki kişilik bir ev hayatına. Hatta “orada da olmaz” denilen mabedlerin içine; kutsal saydığımız yerlere. Nasıl bir hal ki, bu sessizliği yırtmak, kişi kendi erdemini, içindeki o temiz alanı korumak için çareler arıyor olması; günümüzde (a)sosyal medya hesaplarını kullanmak zorunda kalıyor olması? Ama bir yandan da etrafa daha da zarar verircesine, bütün o görüntüler yazılanlar afişe edilmesiyle… İçinde nefsi arzularını bastıramamış olana, her an hazır bekleyene yeni bir fikir ve cesaret adımı veren bir durum halini de aldıran başka bir yöne kayması… biriktirdiği onca hastalığı kusma imkanı yaratan; bir yandan da herkesin erişiminde olan bu şeyleri okuyan çocuk, körpe ruhları sarsan, halk ve yetişkin düzeyinde de toplum sağlığını etkileyen ve bazen haklı konumda iken uçlara, başka bir şiddet tipine götürüp öfke oluşturan yeni zararların doğması.

Ruh soykırımı üzerine, soykırımcı, soykırım yardımcıları ve farkındalıksız olanların ufak ufak giden ama mide bulandırıcı adımlarını takip ederken ardları sıra, el edemezken "insan bunu nasıl yapar?" ... cevabı anlamak ile anlamak istemeyiş arasında boşlukta salınmada basit duran ama dehşetli görüntü. Ruhu üzerinde soykırıma kurban olan, zorbalık yaşayan kime, nereye, nasıl yansıtsın; göze hitap eden görüntüler mi var; anlatılanları anlayan mı? A-sosyal medyaya neyi koysun da ispatlasın? Hangi yapılanı, örüntüsü girift olan bu şekiller içinde nasıl anlatsın? Nasıl anlaşılsın?

Şiddetin duygu/fiziki olsun insani açıdan farkı, zorbalığın büyüğü küçüğü; çocuğu-yaşlısı yok aslında. Şiddetin temelleri bizden, değerleri yok edişimiz ve de aslında her türlü kötü hali önlemeye mecal bulmak istemeyişimiz; kolaya yol alma, hedonist isteklerimizden kaynaklı.

Ruh Soykırımı üzerine yazılar içimizden kopan bir nevi çığlık gibiydi. Başka alanlar ile ilgili ahkam kesmek değil maârif sınırları içinde konuya bir bakış katmak; önleyici çalışmalara, çocukluk döneminde düzeltme imkanı olduğuna güven duymaya çalışıp ve yaşantıladıklarımızı bir potada kısa kısa mini dokunuşla aksettirerek ufak bir katkı sağlama iştiyakıyla idi. Konu hakkında detaylı bilgiler için akademik yazın ve inceleyeceğiniz açıdan uygun düşe kaynaklara ve de gerektiğinde uzmanlara danışmak gerektiğini hatırlatarak asla dönecek olursak:

İyi insan, iyi vatandaş olabilmeyi,

Selam verip, güler yüz ve tatlı dil gösterebilmeyi,

Başkalarının haklarına ve fikirlerine saygı gösterilmesini (burada ufak bir not: bu fikirler ve haklar başkalarına/bize  zarar vermiyor, kırmızı çizgileri aşmıyor olmalı ki sağlıklı bir büyüme olsun; kırmızı çizgiler de insan sayısınca değil insanlığın temel değerleri olanlar temellerdir diye ifade etmek gerekir.)

Yalan, kandırma, sinsi hareketler, öfke veya insanların yüzüne gülüp iki yüzlü davranışlar gösterme, kin gütme, dedikodu, riyakar olma … gibi hallerden kaçınılması gerektiğini,

Bir işi söylediğinde yapmasını, ağızdan çıkanın söz olduğunu,

Her daim nezaketi korumak gerektiğini,

Yapılması gereken hiçbir işin büyük ya da küçük olmadığı hepsinin değeri olduğunu,

Sorumluluk almaktan kaçmamak gerektiğini, hatalarımızın da sorumluluğunu almamız gerektiğini,
Yanlış bir şey yaptığımızda içtenlikle pişman olup, özür dilememiz gerektiğini,

Yekdiğerini anlamanın değerini, anlarken sorunlarıyla hemdert olmayı ama onun hataları-kirlerini kendi kirin kabul etmek yerine, onun buhranını sırtlanmadan bazen de uzak durmak gerekebildiğini yani empati kurarken bile bir sınırın varlığını.

Kimseyi aldatmadan ve kendimizi her daim uyanık tutup aldanmadan da ilerlemeye çalışmanın önemini,


Doğru olduğuna inandığı yoldan dönmeyip, her şartta dik durabilmeyi,

Yetişkinler olarak kendimize ve birbirimize sürekli hatırlatalım, çocuklarımıza öyle aktarım yapalım diye, basit ama hem de zor  binlerce ama İnsanca gönlünüze gelen çok şeyler ihtiyaç halinde sıralanabilir. Sağlıklı bir toplum için bunları halimize yansıtıp yaşayabilmek gerekliliğini, miniklere örnek olduğumuzu unutmadan, çocuk yaşlarda dahi sürekli artan bir ivme gösteren zorbalık türlerine merhem olabiliriz. Ruh soykırımlarına son veremiyorsak da, bizim adımlarımızla kirlerden arınmaya umut olur belki. Carpe Diem ifadesinden herkes farklı bir anlayışa çekebilir.Benim dilimce; böylece anı yakalayalım; günü yaşayalım ve bu anı “an”da yaşarken geçmişten ders alıp, yola yarının sorumluluğunu hissederek revan olalım; bugünü, Bu Gün’ü yıpratmayalım. 
Büyüklerden gelen sesle:
 “Dün dünde kaldı cancağızım; bugün yeni şeyler söylemek lazım!”



[1] Konumuz yönünden sapmasın diye, bu örneğe sadece hissettirdiği temel üzerinden konumuz kapsamında yer verildiği için dip not geçerek bir noktaya çocuklar ve çocuklu aileler ve toplumun aile yapısının önemi açısından değinmekte yarar var. Birçok zorbalık vakasında da da maalesef aldatma olaylarının veya iyi gitmeyen çift ilişkilerinin yeri olduğu; hatta birçok zaman kadın-erkek ilişkisi veya aldatma olayı içinde yeri olmayan, alakası olmayan kişiye zorbalık yapılmasına kadar işin gidebildiği bir gerçek. Farklı açıdan bakıldığında da çocuk eğitimine çok önemli bir mesaj görülüyor. Zira şimdi düşünüyorum da o esnada hadiselerin dilinden döküleni duymaya çalışıp, kendime bu olaydan bir ders çıkarıp, o kadının derdi ile dertlendimse de karşı taraf üzerinden bakıldığında, irdelenmesi öğretici unsurlar barındırıyor. Telefon eden kadın yanlış numarayı aradığını elbette ki daha sonraki bir zamanda, bir gün fark etti ve beni boşuna rahatsız ettiği için “özür” adına bile beni tekrar aramadı; halbuki ister istemez ruhsal durumumu da bozmuş ve de aslında açıktan hakaret etmese bile yapmadığım bir şey için suçlamış ve dolaylı şekilde hakaret etmiş olmuştu. En basitinden zamanımı aldı. Kadınsı bir hissiyatla ve o anda karşımdakinden bana sirayet eden yoğun duygular ve üzüntüyle ve eğitimle ilgilenen biri olarak bir de çocuk sesini duymamdan olacak ve o zamanki yaşantılarıma kadar olan görüşüm çerçevesinde kadının manevi açıdan tamamen yanında yer alarak bu telefonu tuhafsamadım. Bugün de tuhafsamıyorum ama artık böylesi bir yaklaşımı çok da onaylamıyor ve hiç ama hiç sağlıklı bulmuyorum.Aldatma gibi onur kırıcı bir davranışı, duygusal veya fiziki olsun kesinlikle kabul edilemez. Sınırları ok geniş olan bir kavram aldatma; o kişiyi görünce duyulan sürekli bir heyecandan, karşısındaki ile bu anlamda bakışıp-konuşmaktan, tam bir tensel temasa, evliliği bitirmeye kadar birçok boyutta yaşanabilir. Bu davranışlar silsilesinin hiçbirini hoş görmek ve küçümsemek mümkün değil.  Fakat düzeltilmesi için adım atmak adına… Evli-bekar, aldatılan, aldatan,... erkek-kadın şu ana kadar yakın uzak gözlemlerimden gördüğüm ve geldiğim nokta şu ki: Kadın/erkek fark etmez; eğer eşinizin niyetlerinden emin değilseniz; mesaj, gülüşme, buluşma, size uygunsuz gelen herhangi bir şey ve normal olmayan bir durumunu hissedip ve belki de gerçekten yakaladığınızda; öyle bir şey var olsun olmasın sadece sizin kuruntunuz dahi olsa ilişkiniz, evliliğiniz ile ilgili bir sorunu işaret ettiğini kendimize itiraf etmek gerek. Çünkü var olmayan bir şeyden şüphe ediyorsanız o da evlilik ile ilgili bir sinyaldir; yoksa da zaten aldatma kapsamında ciddi bir alarmdır. Bunu da ilk önce konuşacağı kişi evli olduğumuz kişi! Gerekirse yardım alınması, kendi aranızda çözümlenmeye çalışılması daha sonra çok da gerekiyorsa mesajın geldiği yeri yani diğer kişiyi rahatsız etmeniz gerektiği artık görülüyor. Zira ya yanlış kişiyi arayabilirsiniz (benim başıma geldiği gibi ve o kişinin yıllarca unutmayacağı bir hatıraya imza atarsınız),  ya da hiçbir şeyin farkında bile olmayan hatta belki evli olduğunu bile bilmediği bir kişiye “ben onun karısı/kocasıyım” diyerek konuşma şokunu yaşatırsınız; belki de öyle biri çıkar ki karşınıza fütursuzluğu sebebiyle siz daha çok yara alırsınız. Zaten temel sorun çözülmeden A veya B kişisi değişse de, durumda bir düzelme olmuyor. Yani evliliğinizde böyle bir çatırdama varsa, bu kişiyle iletişimi kesse bile sizin görmeyeceğiniz anlamayacağınız başka birine yönelmiş oluyor. Öncelikle çocuklarımızı ve ailenizi düşünüyorsanız; böylesi bir hal içindeki kişi iseniz kendinizi, ailenizi, evliliğinizi, eşinizi, sorunlarınızı düşünerek, konuşarak,profesyonel yardım alarak dönüşüm için başta da kendi üzerinize düşen pay ve kendi dönüşümünüz için geç olmadan adım atılmalı ki başkalarının da canı yanmadan en çok da bebekler ağlamadan ve anne-babasından ayrı kalmadan yuvanız saadet havasına girmeli. Toplum olarak son dönemlerde yaşadığımız aldatma-ayrılma sahnelerinden biri de siz olmayasınız. Çünkü bu konu en çok gündemde olan hususlardan olsa da, aslında temel bir noktayı bize gösteriyor. Hangi konu olursa olsun insanlar olarak yaşadıklarımızda asıl sıkıntımız, meseleyi çözmek için başkasının üzerine gitmek ve sorunu sürekli karşıda aramak ve kendi yaptıklarımızı veya burada kendi hatalarımızı, kocanı/aileni temize çıkarma eylemidir. Bu ise çocuklarınızda “aslında sen ne yaparsan yap suç karşıda veya senin ailende senin sevdiğin kişilerde değil çünkü SEN onları sevdin ve temizler; o zaman kirli olanlar diğerleri” imajını yerleştirir; bencil bir "Ben"lik (ego) oluşumuna sebebiyet verebilir. Yanında konuşulmuyor diye çocuklarımızın durumları algılayamadıkları yanılgısına kapılmayalım çünkü hissediyorlar ve sürekli hızda öğrenme sürecindeler ve daha bebek iken ağlarken dahi bunu hissedebilirler. İleride kendisi de sürekli dışarıda suçlu arama hatta  olayla alakası bile olmayan yanlış kişileri bile suçlu ilan etme çabasına girebilirler. 
[2] Yazının yayın tarihi ile yazım tarihi farklıdır.





10 Haziran 2019 Pazartesi

Sessizliği Yırt!

Avrupa Parlementosunun 5'te1 kampanyası ilk zaman spotlarından biri...
Sessizliği Boz! (Bence konu bağlamında "Sessizliği Yırt!" demek daha uygun)
Bir hanım arkadaşıma, evli-çocuklu bir beyden (ki güvenebileceği, tahmin edemeyeceği bir ortamdan ve tanıdığı bir kişiden) duygusal anlamda da olsa kadın-erkek ilişkisi mahiyetinde ilgi beklentisini ifade ile iletişimi geliştirmek için aramalar,mesajlar geldiği bir dönemde bütün bu duruma karşın sessiz kalmasının sebebini sorduğumda "Zaten bu tür aramalar, söylem üzerine onu terslemiş olduğunu, o kişinin de bu ters tepki ile uzak durduğunu" ifade etti. Böyle bir şeyin taciz olduğunu dememe karşın başkalarına ve en azından tanıştığı yerdeki gerekli kişiye durumu aksettirmeme sebebini merak ettiğimde ise "ben o kişiyi değiştiremem. ... bir daha arayıp mesaj atamadı zaten. Öğrendi bence. Hem kendimi niye öyle bir konuma sokayım." dedi. Maalesef arkamızda bir kişi bile durmaz, bize kimse inanmaz; diğerinin evli-çocuklu-erkek olmak gibi güvenceleri varken "bekar" ve "kadın" olan taraf olan olduğum için zorda kalırım endişesini, toplumun yanlış baskısını ve cesaretsizliği halen yaşıyor olduğumuz gerçeği tüm ülkelerde gün gibi aşikar. Ki karşı tarafın da böylesi düşünce zemininden geldiği için daha savunmasız gördüğü bu tarz kişileri seçmesi de yüksek olasılıklı. Böyle iken her yeni koşulda kendini geliştiren mikroplar gibi aslında karşımızdakini el birliği ile böylelikle geliştiriyor olabiliyoruz. Tek bu hadise örneğinde bile şu tahminler ilerisi için gerçek olabilir:Taciz eden taraf, gördüğü ters tepkiye karşı başka bir hamlede bulunamasa da, başka bir kadından/karısından öfkesini çıkarmak isteyebilir; artık başka birine daha fazla baskı kurarak veya yeni bir yönden daha sinsi yaklaşarak bu ilgi beklentisini karşılamak için hareket etmesi halinde başarılı olacağına dair bir ipucu edinmiş olabilir. Belli zaman sonra öfkesini yine bu arkadaşıma kusmak için vakit kollayabilir. Yan yana geldiklerinde veya yıllar sonra yine başka şekillerde sokulmaya çalışabilir. Belki de kadınlardan da daha güçsüz göreceği için çocuklara yönelmesi gerektiğini düşünmeye başlayabilir. Bunu bilemeyiz ama vakaların çoğunun bir arka planı, düşünceden eyleme geçen bir zemini ve çoğunlukla açığa çıkan olaydan önce de farklı boyutlarda adım adım uygulamaya geçene kadar hazırlık safhası denebilecek böylesi dönemlerin olduğu, yaşanan olaylar irdelendiğinde tüm yapıya bakıldığında görülen bir gerçek. Gerekli yer, mercii ile durum paylaşılmayınca, "sadece kendinde kaldı, beni başkasına demedi nasılsa, diğer insanlar bilmiyor" rahatlığıyla, bir başkasının da güven alanına sızabilme, farklı birine daha fazla sıkıntı yaşatabilecek olma ihtimali, eğer anlık ruh hali değilse -ki genelde değildir kendisini ve ilişkisini düzeltmediği sürece- çok fazla görülebilir. Aslında bunlar, çocuk-genç-yaşlı her türlü mağduriyetlerde gelişen aşamaların klasik basit bir tasviri. Yetişkin yaştaki, iyi eğitimli bir birey bile en ufak görünen bir sözel/yazılı taciz diye nitelenecek, diğerlerine nazaran anlatılması ve ispatı daha kolay olan istenmedik, kendini rahatsız eden bir durumda bile sessiz kalmak durumunda kalıyorsa ve aslında toplum içinde böyle bir kodlanmışlığı varsa, konuyu açtığında farklı şekilde yaftalanacağını içten içe düşünüyorsa, bir de taciz ve istismarda daha da ileri giden vakaları ve minik çocukları düşünün lütfen!.. Bizler elbette kimseyi düzeltemeyiz; olan durumu veya olmuş olanı hatta olacak olanı değiştiremeyiz ama adımlar ufak iken kişinin böyle eylemleri gerçekleştirmemesi adına daha da büyümemesi ve başkalarının başına gelmemesi için üzerimize düşen çabayı gösterebiliriz. Bu yüzden de sessizliği bozabiliriz. Sessizliği yırtmak toplum algısını mağdurdan yana donüştürmek ve çocuklara böyle bir toplum bilgisi aşılamak adına ve ileride pişman olmamamız için önemli. Ki çocuklara da örnek olalım. Çocuklarda (18 yaşa kadar olan süreçte) en önemli şey kendilerini korumalarını öğretmek; kendini korusa bile yine de böyle bazı istenmedik hadiselerin yaşanabilir olduğu gerçeğini de söyleyerek, böyle durumlarda masum olduklarını ve masumların sessiz kalmamalarını mutlaka durumu güvendikleri biriyle paylaşmalarını aktarmak gerekiyor.
Çocukluk çağında yaşanan cinsi istismar ve tacizde, uygulayıcıların çoğunluğu genelde en yakın çevresi oluyor. Özellikle son senelerde kanımca yükselen ivme ile maalesef kadınlarda dikkat çekici bir durum baş göstermekte.Türkiye'de daha bir çalışma yoksa da gözlemlenen bir konu da.... Boşanma oranlarının artışı ve 20'li yaşlarda evlenip, 30'larının sonu-40'larının başına doğru boşanıp, 40'lı yaşları ortalarında çocuğu/çocukları ile tek kalan özellikle hanımların yaşadıkları psikolojik durum. Belki de evlilik ve sonrasındaki zorlu süreç sebebiyle "ikinci ergenlik" diye tasvir edilebilecek bir ruhi hal oluştuğu hissedilmekte. Kişiler özgüvenlerini, rahatlarını, mutluluklarını yeniden yakalama belki de zorlu süreçten, depresyon vb rahatsızlıklardan çıkma çabasıyla; evliliğin içinde ve boşanma ile yitirdikleri gençlik heyecanlarını yaşamak, sevme-sevilme temel ihtiyacının verdiği bir yönelimle, pek düşünmeden biriyle ama genellikle kendilerinden, önceki eşlerinden daha genç, daha yakışıklı, hatta daha maddi durumu iyi bir beyle münasebet kurma, ilgi görme arzusuna girebilmekteler. Görünen o ki, dışardan çok net fark edilmese de içten içe en çok etkilenen yine çocuklar olmakta. Annesinin ilişki kurduğu kişi veya üvey babası ile bazen en fazla 10-20 yaş kadar yaş farkı olan çocukların risk altında olma olasılığının yüksek olduğu şahsen benim açımdan tedirginlikle seyredilen bir durum. Avrupa Parlementosu bu spotta ancak birkaç cümle ile izah edebildiğimiz konunun tek bir tarafı olabilen örnek üzerinden, boşanma sonrasındaki örneklere ve duruma dikkat çekmekte. Tabii sadece risk altında olan kız çocukları değil; sadece boşanan kişilerin çocuklarında gerçekleşen bir olay değil. Bu sıklık açısından vakalardan düşen olayların ancak bir yönünden sadece ufak da olsa bir kesit. Tüm ailelerde, tüm şekillerde taciz ve istismar olayları açısından asıl mesele sadece çocukların değil olay açığa çıkmasın, ailesine, kendisine laf gelmesin diye düşünebilen yetişkinlerin (bu şekilde fikre sahip öz anne-babanın ) sessizliği yırtmasında; çocuklarımız bir şey dediğinde onlara kulak verip, dediklerini- diyemediklerini duyup güvenerek inanmakta!


Kiko ve El

Füsun Sokullu Akıncı Hoca'm (bu vesile ile kendisine şükranlarımla...) Mağdur Hakları dersi... Ödev hazırlığı... Çocuklara yönelik en çok görülen mağduriyet... Eğitimci olarak önleyici çalışmalar... Derken konu... "Kiko and Hand" ile tanışmaya geldi...  Sonra yapılan çalışmaların azlığı, bilgisizliğimizle konunun sorumluluğunu ve ağırlığını üzerimde öyle hissettim ki bir makale, iki sunum çıktı.
Dün herhalde O'ndan bir Kandil hediyesi olarak; yıllar önce bir STK içinde lütfedilen acemice gerçekleştirdiğim"Çocuklara yönelik cinsi istimarı önleyici eğitim çalışmaları" başlıklı konferansı dinleyen genç akademisyen birinin "halen aklımda" diye konu açıp, yeğenlerimi düşünüp ben de dikkat etmeye başladım diye konuşmaya girivermesi... Öğretmen olarak çocuklarla ilgilenirken "ben çok kötü bir öğretmenim, öğrencilere yararım olmuyor." hissiyatını üzerinizden atmanız zor olup, arada sırada sizi bu hisler yoklasa da, yine de birkaç çocuk gülümsemesi ile psikolojinizi anlık zamanlarda toparlayabiliyorsunuz. Akademide ise yola çıkıp, güç bela ilerlemeye çalışırken "bu yaptığım ne işe yarayacak? Sadece, kendi egom için, benliğim için mi çalışıyorum acaba? " gibisinden çokça sorgulama ile havlu atacak vaziyete gelindiği anda... işte yazış sebebim tam bu nokta... Havlu atmasın kimse, minik minik biriken adımlarla da olsa çoğalıyoruz böylece... bırakma konuma gelmişlere minik bir örnek ama bir kişiye bile ulaşmak, yıllar sonra sizin dilinizden ve vesilenizle de olsa ufak bir dokunuş için bazen çok büyük sayı!.. Herkesin bir rolü var madem; bir vesile olacak, demek ki bizde düşen rol de bu ki devam ettirelim...
Önleyici eğitim, hukuki yaptırımlardan daha evvel gelir; bu yüzden önleyici eğitimle ilgili aileler, çocukla ilgili kişiler bilgi edinmek ve bunu çocuğa aktarmakla yükümlüdür. Zor değil; sadece öğrenme isteği, özen, bilgi ve bilinç ile ufak adımlarla başlayıp siz de çocuğunuza kendisini nasıl koruyabileceğini aktarabilirsiniz. Yaşı uygunsa Kiko'nun hikâyesini ve videosunu seyrettirebilirsiniz. Sorumluluk alalım... ve lütfen lütfen lütfen sessiz kalmayalım! Çocuklarımıza da bunu aşılayalım!
Avrupa Konseyi'nin tüm Avrupa'da yürüttüğü 5'te 1 projesi ve anne-baba-çocuk-öğretmenler için hazırladığı materyallere aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz:

1 Haziran 2019 Cumartesi

Sarılma Vakti!


Sarılma Vakti


İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk Acil 3. Kat; Hematoloji Onkoloji Servisi… Kanserli Çocuklara Umut Vakfı’nın o zamanlar orada, “Ege’nin düşü” olan oyun odası… Bazı günler buz gibi ortam; bir çocuğumuzu kaybetmenin ardından gelen garip sessizlik ile ama gönüllü abla olmanın verdiği sorumlulukla, çocuklarla oyun oynamaya devam ederken hem çocuklarda, hem de üzerimde başkalık dolandığı vakitler ve böylesi zamanlarda vakfın psikoloğunun, “şimdi daha çok sarılma vakti” deyişleri.
“Şimdi diğerlerine, kalan çocuklara sarılma vakti, birbirimize daha çok sarılma vakti!”

Zorbalar, narsist kişiler, duygusal vampirler, duygusal manipülatörler, narsistik sapkınlar, … hepsi aynı kişiyi bile işaret etse diğer adlandırmalarla kısaca hayatı zehir eden agresiften pasif agresife bir çok yaklaşımla “ruh soykırımı” yaparak size zarar verenler, her zaman her yerde olabilir. Eğer dayak yerseniz, fiziki olarak herhangi bir şiddete maruz kalırsanız insanlar –en azından akli durumu yerinde olanlar- karşı çıkar ve suret olarak, basmakalıp şekilde bile olsa “şiddet kötüdür” diyerek yanınızda dururlar. Eğer duygusal şiddet mağduru iseniz maalesef ki ikinci bir mağduriyet diye tanımlayacağım daha ağır bir durum ile de karşı karşıyasınızdır. Geçenlerde doktor bir kardeşimin de dediği gibi “fiziksel şiddet en fazla birkaç ay sonra geçiyor ama duygusal şiddetin tesiri çok uzun süre devam ediyor hatta geçmiyor.” Zira fiziksel şiddette kabul edilen bir gerçek, şiddeti uygulayanın böylesi bir hareketi yapmasından ötürü her ne olursa olsun kabahatli olduğu yönündedir. Böylesi şiddet durumunda, fiziki duruma, fizik dünyaya yansıdığı ve gözle vb. şekilde görünür olduğundan, çocuksu bir algı ile “kötü” diye rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu sebeple de fiziksel şiddetten sonra bedenin iyileşmesi gibi ruhun da iyileşmesi daha kolaydır; zira bu hareketlere maruz kalana “ne iyi olmuş” diyen kişiye ya hasta, ya da problemli diye bakılır. İnsanların yanında durduğunu bilmek ve bu gibi durumların yanlış olduğunu düşünen mağdur için psikolojik olarak güç ve güven sağlar. Duygusal şiddette ise şiddeti uygulayan, birçok kişiyi kendi yanına çekmiştir. Soykırımcının yanına çekemediği insanlar da olayı tam kavrayamadıkları, anlayamadıkları bu şiddet tipini ve yıkıcı etkilerini bilmediklerinden, çocukluk seviyesinde kalıp da görmediklerinden(!) ya anlayamazlar ya da “sen de dikkat etseydin” gibisinden iyi niyetli bile yaklaşsalar mağduru ikinci bir yıkıma sürüklerler. Mağdur da zaten böyle bir toplum algısı içinde yetiştiğinden ve zorbanın ona sürekli imalarla da olsa aktardığı benzeri düşünceler sebebiyle kişi kendini buna inandırır ve hem içten hem dıştan destek bulamaz hale gelir. Ruh soykırımında, duygusal sarsılmalarınız bedene de yansır ve fiziki şiddette olduğu gibi aslında bedeniniz de hastalanır ve çoğunlukla iş yapamaz duruma gelirsiniz. Fakat bu sefer ilk önce benlik üzerinden yıkım başladığı için, bu durum dış gözlemciler tarafından dayak yiyen birine gösterilen merhamet ve adalet arayışı vb hallerle anlayışla da karşılanmaz; siz en derininize, ruhunuza aldığınız darbeleri gösterme imkanınız da olmadığından şiddet gördüğünüzü idrak ve kabul etmiş bile olsanız, çoğu zaman bu darbelerden dolayı kendinizi suçladığınız için ruhsal olduğu kadar fiziksel olarak da iyileşme imkanınız daralır. Yani hem ruh soykırımcısı, hem onun etrafına topladığı diğer soykırım katılımcıları, hem siz, hem de sizin etrafınızdakiler sürekli olarak suçlu olarak yine sizi işaret eder ve kendinizi kendiniz bile bırakarak yalnız kalırsınız.

Bu yazı dizisinin temel amacı çocukluk çağından itibaren yaşanan zorbalıklara ve önlenmesi için bu konuya dikkat çekmek olsa da, bir yandan da böylesi olaylara maruz kalanların yalnız olmadığını, şu an dünyada, (en çok görülen ülkelerden biri olan ülkemizde) “bu hususu ne ilk yaşayansınız, ne de yalnızsınız!” diyebilmek aynı zamanda. Eğer siz de böyle bir şiddet tipine maruz kaldığınızı hissediyorsanız, hissettiğiniz genellikle doğrudur.  Fark etmek kadar, sizin gibi bu durumu dünyanın dört bir yanında aynı/benzer hisler/düşünceler yaşayanlardan haberdar olmanın nasıl bir rahatlık yaşattığı, “ben anormal, hasta değilmişim” güveni verdiğini ve soykırımcının size ne yaptığını, ağına nasıl düştüğünüzü görmek, iyileşmek için çok önemli olduğu kesin. Çünkü ne kadar iyi, anlayışlı, temkinli olsanız da emin olunması gereken bir şey şu ki iş, aile, arkadaş her türlü yerde en güvendiğiniz ortamda kadın-erkek fark etmez, çok sessiz sakin görünen veya çok aktif-anlayışlı, güler yüzlü ve yardımsever biri şeklinde sizi bulabilir bu soykırımcılar. Herkesin başına ve her şekilde gelebilir! Özellikle de en yakınlardan ve tanıdıklardan, çevrenize girebilir durumda olanlardan alınır bu darbeler. O yüzden yaşananların sizin hatalarınızdan veya yaptıklarınızdan kaynaklandığını düşünmeniz kendinizi hesaba çekmeniz normal olsa da, aslında sizden veya yaptıklarınızdan, “anormal, hasta, kötü biri” olmanızdan kaynaklı değil sadece ve sadece bu hareketleri yapan/uygulayan ve onun yanında yer alanlardan kaynaklı bir durum olduğunu netleştirmek gerekir. Kafanızda sürekli geriye gidip kendi yaptığınız hataları görüp, büyütebilirsiniz ama bu hata diye gördükleriniz aslında, ancak ve sadece o kişiyi kışkırtan davranışlar olabilir. Ki günlük hayatta normal iletişim sürecinde herkes arasında gerçekleşen durumlardır ama sağlıklı insanlar arasında bunlar sorun olmadığı/çözülebilir olduğu gibi, sürekli devam eden ve dozajı her zaman yükselir şekilde değildir ve kimse bu tip halledilebilir şeyler yüzden birbirlerine şiddet uygulamazlar. Zira herkesin insan olmaklıktan kaynaklı ufak kusurları ve kişiler arası farklılıktan anlaşamadığı noktalar olabilir. Siz hatalarınız olduğunu görüp üzülseniz de HİÇBİR ŞEY şiddet uygulanmasını ASLA haklı konuma getirmez. Bu durum kesinlikle zorbanın kendisiyle ilgili ve kendisinin çözmesi gereken bir sorundur. Fark ettiğinizde de maalesef elinizde yapacak bir şey yoktur zira siz onu düzeltme veya tedavi etme imkânına sahip olamazsınız ve o kişide bu durum yeni değil, -büyük ihtimalle- bir rahatsızlık konumunda olabilir. Hayatınızdan atamadığınız, sürekli ve halen gördüğünüz biri ise bunları bilerek ona göre tavır almak, gerekiyorsa da kişiyi kendinizden uzak tutmalısınız. Eğer olayların başlarında farkına vardıysanız veya elinizden geliyorsa belki bu yaptıklarının farkına varmasına işaret etmek ve onun içinde bu konuları düzeltme isteğini uyandırmak ve hatta- mümkünse bir uzmanla iletişim için ikna etmek uygun olabilir veya onu halini çözümlemek ve birine danışmak için ikna edecek kişileri devreye sokabilirsiniz.

Çocuklarda da aynı durum geçerli, tek bir farkla, zorba olan çocuğun da küçük yaşlarda olduğunu unutmayıp, ailesine de kızmadan o çocuğun hastalığı yetişkinliğe geçmeden büyümeden tedavi edecek ufak dokunuşlarla da düzeltilebileceğinin yalnızlaştırılmaması gerektiği bilincinde olmak gerekir. Eğer çocuğunuz, öğrenciniz, yakınınız zorbalığa maruz kaldıysa lütfen çok fazla detaylara girip “sen de şöyle yapsaydın, senin de şurada hata var, dikkat edemedin mi, onun böyle olduğunu anlamadın mı” ve benzeri ifadelerden kaçınmalısınız. O zaten kendi iç muhasebesini çokça verdiği ve büyük ihtimalle de gereğinden fazla “empati” kurduğu için, insanları kırmamak adına bazı hareketlerde bulunduğu ve bundan ötürü şiddete açık hale gelip kurban olmuş olma olasılığı yüksektir. Çoğu kez zaten kendini insafsızca yargılamış,hatta infaz etmiştir ve soykırımcı yani zorba da sürekli onu suçladığı için (ya imalarla, ya hareketlerle, ya da direkt olarak sözel ifadelerle) siz bu cümlelerle soykırımcının suç ortağı olmuş olursunuz. O yüzden çocuğunuzun bu duruma maruz kaldığına inanıyorsanız, zorbalığın yaşandığı yer neresiyse oraya bildirilmesi gereken yere bildirim yapıp, gereken adımları atmanız ama bu esnada en önemlisi çocuğunuz, öğrenciniz, arkadaşınız ile olan iletişimde onun yanında yer alıp kendine olan güvenini yeniden kazanmasına yardım ederek, en azından bunun asla ve asla kendinden kaynaklı olmadığını ona inandırmanız için hal diliyle yansıtmanız gerekir. (İlerleyen iyileşme dönemlerinde mağdurun da bir tür zorba olmaması için, gerçekten iletişimde ciddi hataları olmuşsa, neden bunu yaşadığı, bazı hataları üzerinde durulabilir ama okulda, işte vb. yerde mağdur daha konu ile ilgili mücadele verirken ruhuna aldığı yara iyileşmemişken değil.) Çocuğunuzun yanında yer alırken, dikkat etmeniz gereken bir şey de tabii ki her sağlıklı aile gibi yaptığınız telkinlerle ilgili olacaktır. Herkesle iyi anlaşması, sınıf/okul/toplum ahengini bozmaması, uyumlu biri olmasını salık vermiş olduğunuz halde çocuğunuz buna rağmen zorbalığa maruz kalınca inandığı değerler çökme zeminine gelecektir. Çünkü öğretilerle yaşadığı şey arasındaki farklılık onu ürkütecek ve kendisi de yaşadığı durumda geldiği yerde bu öğütlere karşı ters hareket ettiği düşüncesine kapılabilecektir. Zira yaşadıklarından sonra zorba ile iletişime devam etmeme vb. konularda kendisini bir ahenk bozucu olarak, uyumsuz, hatta bir ayrık otu misali görebilir. Arkadaşları ile anlaşamayan, bağ kuramayan biri gibi kendini suçlayıp, onlardan bazıları (zorbalarla- zorbanın çevresi) konuşmadığı ve onlara karşı tepki gösterir olduğu için utanç ve kızgınlık hissedebilecektir. Daha da çok içine kapanıp, ortamdan uzaklaşmak isteyebilecektir. Bazen de o arkadaş çevresinden kopmaya korkup, başkaları arasında da sevilmeyeceğini düşünebilir. Bundan sebep, çocuklarımıza bazen herkesle anlaşamayacağımızı ve elimizden geleni yaptıktan sonra eğer iyileşme olmazsa istemesek bile, sevdiğimiz kişiler bile olsa bize zarar veren insanlardan ayrı durmamız ve onları belki geride bırakmamızın iyi olacağını; zorbanın zorbalığa devam etmesine izin vermemek gerektiğini çünkü onun da kendi durumunun farkına varmasını, böylece başkalarına bu şekilde davranmasını engelleme umudunu taşıdığımızı, belki de hatasını anlamasına onun da kendini dönüştürebileceği farkındalığın oluşturmanın önemini zira insan olarak onun değil yaptıklarının uygunsuz olduğunu fakat yaptıklarında düzelme olamadığı takdirde en değerli varlığın ve hediyenin yine kendimiz olduğu, kendi içimizde taşıdığımız emanetimizi korumamız gerektiği yönünde aktarımlar yapmak gerekebilir.  

Tüm burada yazılanlardan öte ve evvel ruh soykırımına kurban giden çocuğunuz, yakınınız varsa, şimdi her şeyden de önemlisi ona daha çok sarılmak gerekli! Bedenen olduğu kadar ruhen. Siz zorbalığa maruz kaldıysanız, size bunları yapan(lar)a bedenen set çekmek ve on(lar)a karşı belli etmemeniz gerekiyorsa dahi, onları /onların içinde aslında büyümemiş, öfkeli, yaralı, minik bir çocuk olabileceğini hatırlayıp kalbimizin içinde o miniği de sarmalı! Emin olun ki, hiçbir “soykırımcı” bu sarılmaları, (size ne yaparsa yapsın) insanlara karşı yaşanan o hisleri, sevgiyi yok edemez, böylesi iyileştirici etkiyi sömüremez!  Şimdi daha çok sarılma vakti! En çok da kendimize ve içimizde taşıdığımız değere sımsıkı sarılıp, içimizden aldığımız kuvvetle yekdiğerini kucaklama vakti!

6 Mayıs 2019 Pazartesi

Başka Bir Yol...


Başka Bir Yol Mümkün!

Özel bir kurumda öğretmenlik yaptığım dönemlerin birinde, burada göreve başlamam ile resmen üzerime bırakılan bir sınıfım oldu. Öğleden sonra akşamüzeri derse aynı okuldan gelen, hepsi de erkek çocuklardan oluşan bir topluluktu. Böylesi bir sınıf oluşturulmasının asli sebebi içlerinden birinin zorbalık yapma konusunda ısrarlı hareketleriydi. Özellikle de kız öğrencilerle asla aynı sınıfa girme imkânı olamıyordu zira sadece kız öğrencilere değil, kadın öğretmenlere de tahammül edemiyor, okul dışına çıkıldığı an kız arkadaşlarına veya öğretmenlerine bir şekilde zarar vermeye yelteniyordu. Okulda veya gittiği özel çalışmalar ve kurslarda defalarca ceza almasına karşın, hatta bazı yerlerden ve kurslardan çıkartılmasına rağmen okul saatleri dışında çocuğun bu hareketleri ile başa çıkılamıyordu. Erkeklerden teşekkül eden sınıfımızda ise bir anlamda terör estiriyor; beni, yönetimi dinlememek adına ısrarlı tavırlarını sürdürüyor; sınıftaki diğer arkadaşlarına ya sataşarak ders yapmalarına engel oluyor, ya da onları da kendi yanına alarak hep beraber taşkınlık göstererek yine bir şekilde dersi sabote etmeyi başarıyordu. Eğer onu biraz sakin tutabilirseniz ve biraz ders yapabildiyseniz, yanına yaklaşmaya ve anlamadığı yeri anlamasına yardımcı olmaya çalıştığınızda ise göz göze geldiğiniz an çığlık atıp bağırıyor veya hafifçe rahatlaması için omzuna,koluna dokunacak olsanız aşırı el-kol tepkileriyle korkarak geriye çekiliyordu. Sınıfta sırf kendi arkadaşları ve hemcinsleri olmasına rağmen onlara bir şekilde zarar verecek anı kolluyordu mutlaka, sadece çokça zeki olan ve aralarında tek boşanmamış anne-baba sahibi olan çocuk hariç. Fakat en çok da sataştığı ve arkadaşlarını da sataşmaları için kışkırttığı bir öğrencimiz de, sürekli gülümseyen, hocaların ödev yapmamasından ve dersi dinlememesinden yaka silktiği, derse kendini veremeyen bu yüzden de konuları anlamayan bir çocuktu. Bu çocuk zaten anne ve babasının ayrılmalarını kabullenmekte zorlanıyor ama bunu ailesine aktaramıyordu ve arkadaşlarının hem sözel (duygusal),  hem fizikî şiddetine “benim onlar dışında başka arkadaşlarım yok, başkası benimle oynamaz” diyerek sineye çekiyor ve şahsiyet oluşumunun daha bu ilk zamanlarında bile grup dışında kalma, dışlanma, sevilmeme, arkadaş edinememe, başka kişilerle irtibata geçemeyeceği korkusuyla ne yaparlarsa yapsınlar ve ne kadar canı yanarsa yansın dik duramıyordu. Şiddet hareketlerini tekrarlayan çocuğumuz ile gün geçtikçe sıkıntı yaşansa da yavaş yavaş bana alıştığı evrede  hem onunla konuşmaya ve bu şekilde rahatlayarak açılmasına başladık; hem ben de hakkında daha detaylı bilgi edinmeye başladım. Anne-babası diğerlerininki gibi ayrılmışlardı; baba yabancıydı, anne diğerlerinin de ailesindeki gibi maddi açıdan güçlüydü hatta iyi bir şirketin yöneticisiydi. Fakat kurumun yemeklerini yapan kişinin bile şahit olduğu şekilde çocuğuna karşı uyguladığı fizikî şiddeti, ev dışında dahi yaptığına tanıklık edenler vardı. Çocukla yeni yeni irtibat kurup başka bir seçeneğimiz de olabilir diye aile ile görüşmeye çalışılacak sırada kurumun müdüresinin gözünü neredeyse çıkartmaya ramak kalan hareketi sebebiyle, öğrencinin kurumla ilişiği kesildi. Annesi, kendi hareketlerinden ve çocuğunun durumundan habersiz gibi etrafı birbirine katarak “kişi kazanmak zor, kaybetmek kolay, bu daha çocuk siz nasıl eğitimcilersiniz?” diye suçlamalar savurarak gitti. Bu sınıf, bu haliyle bile her zaman hafızamda en acı şekilde hatırladığım sınıflardan biri olarak yer etti zira zorba hareketlerin ve bunu uygulayanların ıstırabını görmek; sadece kendi sevilme arzusu ve bir yerde yer edinme adına hem şiddet uygulayan hem de bu şiddete ses çıkarmayan çocukları (böylelikle yetişkinleri) daha iyi tanımak; boşanmış anne-babaların çocuklarının hissettiği derin yalnızlık ile ruhi sıkıntılarına birincil şekilde şahit olmak benim adıma da öğretici fakat zor bir süreçti.


Başka bir yol mümkün… Bu sefer çocuklardan yetişkinlere geçiş yaparsak… Hem çocuklarımıza hem de kendimize öğretebileceğimiz başka bir yol mümkün.
İş yerimizde, evimizde, okulumuzda, hayatımızın her kısmında önemli hissetmek, sevildiğini değer gördüğünü duyumsamak, ilgi görmek, bir yer edinmek, (maddi-manevi) mevki sahibi olmak için pasif veya açıktan, direkt veya indirekt, kendimiz uygulayarak veya başkasına kışkırtarak şiddet ve zorbalığa, aldatmaya (bu yakınını aldatmaktan, karını/kocanı aldatmaya; fikrî ve duygusal aldatmadan fizikî aldatmaya, belki sadece bakış veya bir söz ile aldatıp belki bazen ufak bir yalan ile kandırma çabalarına),  karşı tarafın üzerine basarak kendi benliğini ispata çalışmaya veya sevilme açlığını sana zorbalık yapan veya senin bu açlığı fark ederek kullanan kadın ve erkeklerin aldatıcı, cilveli hareketlerine teslime etmekten başka bir yol mümkün. Özellikle evlilikte problemler varsa bunların çözümünün çocuk sahibi olmaktan geçmediğini, uzmanlara danışmak gerektiğini; çocuk varsa da biraz sabırlı davranıp karşı tarafın karşı olmadığı eşimiz olduğu ve onun olduğu kadar bizim de kusurlarımız olduğunu ve sadece onun veya sadece bizim değil karşılıklı olarak ilgi-sevgi ihtiyacında olduğumuzu, (hele ki ilgiyi evinde göremeyip de dışarıda gözlemeye başlayanların artık yetişkin sorumluluğu alarak) aile olarak en çok da çocuğun anne-baba ilgi ve sevgisine muhtaç olduğunu, sizleri her daim gözlediğini, fark ettirmediğinizi düşünseniz de o evin içinde kol gezen ilgisizlik ve sevgisizlikten nasiplendiğini hatırlamak gerek. Çocukken her ne yaşanmış olursa olsun; yetişkin olduğumuzda sorumluluk ve seçimler bizim elimizde. Bu sebeple de başka bir yolun hatta yolların daha var olduğunu, uçurumun eşiğine minikler ve bizler gelmeden veya birilerini uçurumdan itmeye yeltenmeden görmek mümkün! İçten şekilde “niyet ettim” dersek o yol meşakkatli de olsa sonu aydınlık ve ferah olacaktır.


Ayda bir devam eden “Ruh Soykırımı” (Zorbalık, duygusal şiddet çerçevesi) üzre olan yazılar serisi Ramazan’ın güzel iklimine sokulmasın diye çabalar iken başka bir bakış açısının da olabileceğini, bu sefer çocuklardan bir anekdot üzerinden yetişkinlere geçip, ümitvar yaklaşmak isterken “Üstüne Alınma” yazıdaki gibi hatırlatmakta fayda var. Buradaki yazılanlar çocuk olsun, yetişkin olsun eğer bir anekdot veya hatıra direkt aktarılmıyorsa bizzat yaşanan olaylardan veya yaşayan kişilerin aktardıklarından, literatüre girenlerden ve akademik çalışmalardan karma olarak edinilenlerden yansıyanlardır. Tek bir kişi, tek bir yaşanan durum üzerinden esinlenilmemektedir. Özellikle de yetişkinlikte karşılaşılan zorbalık vakalarının bir çoğunun iki cinsiyet arasında geçmesi, bazılarında oluşan duygusal bağın sapması veya varolan duygusal bir birlikteliğindeki benliklerin çarpışması sebebiyle olabilmektedir. Bazılarında ise mağdurun içinde olmadığı (nesneleştirme, duygusal veya fizikî) aldatma (evli-evli, evli-bekar bazı kişilerin) içinde olup da fark edilmemesine uğraştığı veya bu hallerine karşı konulmasına tepki verdikleri uygunsuz herhangi bir durum söz konusu olup böylesi kişiler veya onların oluşturdukları çevre sebebiyle yaşanabilir. Maddi-manevi bazı doyumlar ve bu şekilde maddi-manevî haz veren mevki, vd. edinimleri, başkalarının ilgisi kendi üzerinden olsun diye öne çıkan kim varsa, arkadaşlarından müdürüne; iş yemeğinden kutlamalara her şeyden ekarte etmeye çalışma söz konusu olduğu için, konu çok dağınık gözükse de aslında bazı temel öğeler varlığını göstermektedir. Kişinin yaşadığı değersizlik ve bundan sebep gelen aşağılık hissiyatı ile kendi öz bilincine erişmede olan sıkıntıları ve kendiyle yüzleşememesinin ve böyle bir yüzleşmeden kaçınmasının sonuçlarının başkalarına yansıdığını ifade etmek gerekir. Başka bir yol ise her daim mümkün olduğunu, diğerine bunları yapmadan da kendimize dönebileceğimizi unutmamak gerekir. Ne mağdur, ne de şiddeti uygulayan (eğer zorba bir kişilik bile olsa) herkes için başka yarınlar olabilir.
İnsan, istedikten sonra ne (bazı şeyler için) uygulanan yanlış hareketlere karşı susup zorbalık görerek mağdur olmaya ve başkalarının da benzer zorluklar uğramasına çanak tutmuş olup mağduriyet zemini açmaya; ne de (bazı şeyler için) kabalık ve zorbalık yapıp şiddet uygulamaya mahkum edilmiş bir varlık değildir.

8 Nisan 2019 Pazartesi

Hangi Dert, Dert Ola ki?


Hangi Dert, Dert Ola ki?


“Annem, babam ve Poy…(kardeşi) çok acı var dayanamıyorum. Lütfen beni affedin ve kendinizi üzmeyin, siz elinizden geleni yaptınız. Çok özür dilerim. Çok çaresizim. Özür dilerim. Lütfen çıtçıta (köpeği) iyi bakın. Ve paramı ve her şeyimi hayvanlara bağışlayın.”

Güleç yüzlü diye kahkahaları ile tasvir edilen bir öğretim görevlisinin Boğaziçi Köprüsü üzerinde arabasını durdurup; kendini sulara bırakmadan önce arabasında bıraktığı not… Bu not sayesinde tanıdım kendisini ve onun ardından psikologlar, psikaytrisler, akademisyenler konuştu. Çalıştığı konunun ağırlığı üzerine duruldu. “Benlik yıkımı” gibi görünen bu olayın üzerinden geçen zaman on yıl… “Çok” dediği acılar dinmedi;  gülen yüzlerin ardında çok da derinlerde insanı sarsan o acı halen bilinemedi.

Birkaç sene evvel… Günün orta vakti; Sahaflar Çarşısı’ndaki Sahaf bir ağabey var; ona uğrayacağım ve ulaşmak istediğim bir kitabı sorup, yoluma devam edeceğim. Kendisi benim için “kitapçı” veya “sahaf” olmasından öte iyi sohbeti olan, kitaplar üzerine de konuşulabilinecek birisi… O gün kafam ve gönlüm çok kalabalık, binlerce düşünce içinden nasıl çıkacağımı bilemediğim birkaç husus beraber gelmiş; tam bunalma halindeyim ve kendi kendime dayanma gücü diliyorum ki en azından bir sakinleyeyim ve en azından bir tanesine hal çaresi düşünebileyim. İstemsiz gülümsemiş olacağım ki sahaf ağabeyden de güler yüzle mukabele… konuşuyorken “bu söz üzerine de intihar edecek değil ya…” diye bir cümle ediveriyor. Üzülüyorum; belli etmiyorum ama ikimiz yan yana kaldığımızda “ağabey, sen öyle dedin ama buradan gidip belki de intihar ederse … misal benim bile buraya gelirken nasıl ve ne düşünce içinde geldiğimi bilebilir misin? Ben seninkini? Yüzüm güler görüyorsun sağolasın sen de öyle karşılık veriyorsun ama … neyin neyi tetikleyici belli mi olur? Belki o, buraya gelirken kafasında intiharı düşünüyordu; bilemeyiz … sonra vicdan azabını hissetmeyelim.” Ağabey anlayışlı biri ve durdu gözlerime baktı; aklından kim bilir kimler geçti ciddi ve anlayan bir tavırla “haklısın” dedi; “dikkat etmek lazım.” Birbirimize dikkat etmek lazım; biraz daha hürmetle, sadece yüzümüze değil; yüreklerimize kadar bakmak lazım.

“Herkesin bir derdi var durur içerisinde…”[1]

Bebeğin bile kendince derdi olduğu düşünülürse; yaş ilerledikçe herkesin kendi cüssesince ve ölçüsünce en azından bir dert omzuna iniyor. Kimininki başkasına ağır, kimininki başka biri için kuş tüyü kadar hafif.  Şu an kolaylıkla yapabildiğimiz bir şey, bir bebek için ne kadar zor ise, her kişinin yapısı için bazı şeyler gerçekten zor olabilir fakat bazen aslında dert olmayan şeyleri dertmiş gibi görüp gözümüzde büyüttüğümüzde, kendimizden yukarıdakilere bakıp bir nevi aşağılık fikrine kapıldığımızda veyahut da ser verip sır vermeyen kişilerin yerine kendimizi koyamadığımızda, kısacası empati yapamadığımızda zulmetmeye başlıyoruz.  Çünkü yerli yerine koyamıyoruz; fikren bile yerli yerinde olmayınca zalimlik kol geziyor. Bunu hepimiz bazı anlar gaflet anlarımızda yapıyor olsak da; ne zaman dozu aşıyor ve zorbalığa ve başkasının üzerine varmaya doğru gidiyor?

Biraz da göreceli, kişiden kişiye değişen bir duruma benziyor benzemesine de; sürekli bir şeylerden yakınan, şikayet eden veya görünürde çok da iyi görünüp bazı cümlelerin ardına,  mantık silsilesi düzgün olmayan bir düşünüş sistemiyle “çok büyük sorun” addettikleri şeyleri ardı ardına sıralayıp aslında sizi boğanları nasıl değerlendireceğiz? İşte tam da burada “gerçek bir dert edinmek yani dertlenmek nasıl olur?” sorusu işin içine giriyor gibi. İlk önce herkesin derdi var yazıp; sonra da böylesi bir soru çelişki gibi gelmemeli. Ufak tefek olaylar içinde olanları, onların yaşadıklarını, yani o kişilerin hislerini sahte olduğunu iddia etmiyor bilakis doğru yerden kaynaklı olmayan hislerin yaşanmaması için bir düşünüş içine giriyoruz. Çok yemek yediği için lokmaları çiğnemekten ağzı yorulanla; ağzı açlıktan yara bere içinde olup da çektiği ızdırab ile su bile içemeyenin bir olamadığına ufak bir dokunuşla temas etmek önemli. Bu durumların her ikisinde de yaklaşımlar ön plana geliyor. Bazen yaşadıkları boyunu bile aşanlardaki özgüveni, teslimiyeti ve kendi halini unutup halen başkasının sıkıntısını kendininki bileni; bir yandan da özgüven eksikliği, ilgi beklentisi, kendine dair çeşitli görüntülerle açığa çıkan bazen parlatılmış bir benlik algısı, bazen tam tersi şekilde aşağı olduğuna dair fikirler ile bezeli insanların dışarıya karşı kendini koruma içgüdüsü ile yansıttıkları hal apayrı. Ya başkalarına acımak ile bakıp garip bir büyüklenme görünüyor ya da asli bir amaca, hedefe, gayeye bağlanmadıkları yani asli manada dertsiz oldukları için veya çocuk oyunu şeyleri gözlerinde büyüttükleri için dünya sathında gaye edindiklerinden dertleri ve bundan kaynaklı insanları der ediniyor olmaları pek doğal. Hatta o vakit, böylelikle kendileri bir dert olma yolunda doğru emin adımlarla ilerliyorlar.

Bunun ruh soykırımı ile ilişkisi de işte tam da bu noktada başlıyor. Çocukken fazla korunmuş, her bebek ve insan özel olsa da fazlaca el üstünde tutulmuş, gerçek hayat ile tanıştırılmamış, sorumluluk verilmemiş, yaralı ruhlarla temas ettirilmemiş, gönül vererek iş yapmak hissettirilmemiş, kendinden üsttekilere değil –acıma hissiyle değil insani bir tanıklık olarak - aşağıdakilere bakması gerektiği kendinden zor durumda olanlardan çok şey öğrenecek olduğu idrak etmesi sağlanmamış; tökezlemesine dahi izin verilmemiş; her şahsi sorununda bile kendisi çözmesi beklenmemiş; bazı şeyleri dünya üzerinde değil asıl zevklerin nerde aranacağı hissettirilmemiş; belki çokça itilip kakılmış, evinde gerektiği kadar ilgi, sevgi ve şefkat görememiş bu yüzden bunu başka şeylerde ve başka insanlarda başka insanların onayında ve onlara hükmederek bulmaya çalışan… nice çocuklar ve ileride de halen maması arkasından koşturulan diye tabir edebileceğimiz nice yetişkinler(!); sürekli sorumluluğu kendinde aramayıp dışarıda arayan; sorunu başka yerlerde ve başkalarında arayalar ruh soykırımı gerçekleştiren bir zorbalık sürecine fail olarak dahil olabiliyorlar.
… arabalar, yatlar, katlar, sevgililer, eşler, çocuklar, torunlar, en yüksek mevki, terfi, binlerce yüzlerce kitap okumak,  şiir yazmak, filmler çekmek veya oynamak, en zorlu soruları çözmek, ödül alan bir çalışmada bulunmak … hiç biri kafi gelmeyebilir. Sadece bunlara bağlı kalınmış ise… zaten insanın yapısı gereği muhakkak bir eksikliği vardır; en basiti saçınız kıvırcık olsa düz olsun diye uğraşmak durumundasınızdır; hastalıktan saçı dökülenleri akla getirmeden. Bazı kişiler aslında kendi içlerinde kendi kendilerine yakınlaştıracak olan sıkıntıyı bastırmak için yanılsama ve yansıtma yapmak durumundadırlar. Kaşını ilk kaldıran veya kaldırmayan kişi bile hedef tahtasına oturtulur. Genelde hedef tahtasındaki kişiye karşı içten içe bir çekememezlik durumu vardır zira içte derinlerde saklı duran, hatırlanmayı bekleyen o hali tavırları ile yansıtan kişiden huzursuz olurlar. Misal vermek gerekirse eğer kişi buradan başka bir yerde işe yaramayacak idealler yüklenmişse yani tekrar edersek ev, araba, iş, kariyer, bilim adamı olmak, eş, sevgili, çocuk, anne-baba, tatil, yurt dışı eğitimi, yazlık, mevki,titre, ödüller vs vs.  (bunlar olsun tabii ama kasıt bunların temel olması yani dışında yani bunları aşan bir ideal yoksa) misal verirsek, çok istediği o son model arabayı elde ettiğinde ve bu onun için istediği veya diğerleri gözünde derecesini yükselttiğine inandığın önemli bir husus ise ve tam o sahte doyumu yaşadığı anda biri gelip; yolda yürümenin güzelliği ve yürümeye dair övgülerden filozof görüşlerinden, sağlık için yararından bahsediyorsa; artık o kişi hedef tahtasındadır; zira onun tahtını zihninde alaşağı etmiştir ve o çok ulaşmak istediği şeyin ne kadar da basit olduğunu yüzüne istemeden de olsa çarpmıştır. Bu kişiler o esnada cevap verebilir; söyleneni uygunsuz dille eleştirebilir, espri kılıfı altında terbiyeyi aşan ifadeler kullanabilir veya cevap vermeyip dinlerken aslında biriktirir. Bu gibi ufak görünen şeylerle süreç başlamıştır artık.

Çocuk hayatının da büyük yaşlardaki hayatımızın bir nevi minyatürü olduğunu şekillerin, suretlerin farklı olmasının aslında çok fark oluşturmadığını ve zorbalığın kişilik bozukluğu olduğu[2] ve yapısal olanlarının çok az olduğunu hatırlatarak;
“Zorbalığı ortaya çıkarmada ve önlemede zorba çocukların kişilik tiplerini bilmek çok önemlidir. Zorbalar iri veya ufak herhangi yapıda olabilir. Kızlar da erkekler kadar zorbalığı uygulayacak yeterlikte olabilir. Araştırma sonuçları zorbalığın genelde kişilik bozukluğu olduğunu, okul kurallarını sıklıkla ihlal ettiklerini, kaygı düzeylerinin düşük olduğunu, özsaygı düzeylerinin yüksek olduğunu diğer çocuklara karşı olumlu tavır sergileyemediklerini, başkalarının başarılarını kıskandıklarını, yenilgiyi kabul edemediklerini, öfkelerini kontrol edemediklerini ve ilişkilerinde başarısız olduklarını göstermektedir. Ayrıca ailesi içinde zorba davranışlara maruz kalan ve okulda başarı gösteremeyen, değersiz olduğunu düşünen ve kendisine güvenmeyen öğrenciler de zorbalığa başvurabilmektedir.
Zorbalığın mağdurlarına gelince, Elliot (1997) mağdurların çoğunlukla duyarlı, zeki, nazik ve aileleri ile iyi ilişkiler  kurabilen çocuklar olduğunu söylemektedir. Bu çocuklar genellikle çatışmaların, bağrışmaların olmadığı, sakin aile ortamlarından gelmektedir. Bu yüzden zorbalar onlara saldırdıklarında  ne yapacaklarını bilememektedirler. Sıklıkla zorbaların neden böyle olumsuz şekilde davrandıklarını sormakta ve bunu hak etmediklerini düşünmektedirler. Acı olan ise, zorbanın bakış açısından, bu tür çocukların iyi hedef olmalarıdır…”[3]

Çocuklarımıza oyuncak, tablet, telefon, ödev, okul başarısı gibi idealler vermek yerine okul başarısının seçeceği mesleği en iyi şekilde yapıp faydalı olmakla ilgili olduğunu, tablet-telefon vb. hususların yaşına uygun olmamasının yanında böyle maddi gereçlerin ideal olarak olamayacağını; herkesin öğrenirken kendine göre hızları olduğunu ve karşılaştırmanın yersiz olduğunu hissettirdiğimizde; maddiyatla, gidilen okulla (özel, devlet, fen lisesi, düz lise), anne-baba soyadıyla/mesleğiyle hatta ve hatta anne/babanın yaptığı iyi şeylerle, büyük mevkilerde tanıdıkları olmakla …kendisinin iyi insan olamayacağını bunun kendi çabasıyla ilgili olduğunu hissettirip; zor durumdakilerle bağ kurmayı, kendinden aşağıdakilere bakabilmeyi, gönül ile iş yapabilmeyi, un ufak olacak değil gerçek idealler edinebilmeyi ve onların peşinde koşabilmeyi, diğerlerinin halinden anlamayı, sorumluluk sahibi olup yaptığı hatalardan sorumlu olabilmeyi, sürekli yanında bir anne, bir baba, bir büyük olamayacağı durumlar olduğunu ve kendi başına bazı şeyleri yapabilmesi gerektiğin hissettirebildiğimizde zorbalığa giden yolu bir nebze olsun tıkamış olabiliriz.

2009 yılında, sabah sularında bir kadını köprüde yürürken gören taksi şoförü ne düşündü? Bu kadının öğrencileri neler dedi? Evi, arabası, severek yaptığı mesleği, titresi, yaşadığı iyi bir hayat, akademik yolda iyi çalışmalar; güler yüz, hürmet …görece… her şeyi vardı; yakınlarından kimse tahmin etmiyordu o kadar neşeli birinden böylesi bir yürüyüş… O kadar acı da ne ola ki? Başkasının ciğer yangını… kendi iç buhranı, belki de kimsenin bilmediği/sezdirmediği zorluklar… anlaşılamayış… dünyadaki bu kadar çok derdi görmeyenlerin, gözleri onda bunda olanların, derdi kendisi değil başkaları olanların soykırıma tabii tuttukları ruhlar ve ruhumuz. Gayesizlerin ilerleyişlerinde, İnsan kardeşine sırtını dönüp hemhal olmak istemeyen gözlerini çevirenlerin gözlerinin içine bakmak ve “bari bu şekilde anlayın”  ifadesi miydi bu yürüyüş? Bu yürüyüşe sebep, dünyada hangi acı, hangi dert, dert ola ki?







[1] Volkan Konak (söz: Nuran Bahçelikapılı), Maranda, DMC, Haziran 2003
[2] Bir psikolog, yıllardır tecrübesine ve danışanlarından edindiklerine dayanarak şöyle bir şey ifade etti “terbiyesizlik, bir kişilik bozukluğu değildir.” Bu benim için çok önemli ve farklı bir alan açtı.  Ruh soykırımında ve burada çocuklarla ilgili bahsettiğimiz -konular iç içe olsa bile- zorbalık üzerine;  yetişkin yaştaki zorbalar dahi tedavi vb. süreçler ile bu kişilik bozuklukları düzelebilir. Lakin psikoloğun bu cümlesi üzerine düşününce “terbiyeli bir kişinin yetiştirilmesi”  eğitim alanında birisi olarak ifade etmeliyim ki daha zorlu bir alan olarak karşımıza çıkabilir gibi göründü gözüme. Zorba veya zorbalık yapan bir çocuğunuz varsa daha yetişkin yaşta olmadığı için üstesinden gelinebilir bir durum olduğunu,  haksızlık etmemek adına eklemek amacıyla ifade etmekte yarar gördüm.
[3] Yasemin K.Kepenekci,Pelin Taşkın,Eğitim Hukuku, Ankara, Siyasal Kitabevi, Şubat 2017, s.148


6 Mart 2019 Çarşamba

Ruh Soykırımı




Ruh Soykırımı

Dünyayı güzellik kurtaracak…

Selim İleri’nin konferanslarından birkaçında şöyle dediği bende yer etmiş:

“Sait Faik, o meşhur cümlesi  Bir insanı sevmekle başlar her şey.” 'e daha sonra ekleme yapar ve “Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor.” “der…”

Sait Faik ABASIYANIK ne yazmıştı?:

 “İnsanlar her yerde böyle. Yaldızlı karyolalarda çift yatanlar bile tek.
Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. 
Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor.[1]

Ona bunları yazdırtan neydi, bu güvensizliğin sebebi neydi? Günlük genel geçer bir “sevda hikâyesi” (!), kadın ile erkek arasında geçen bir “aşk masalı” (!) … Onun burada “sevmek” dediği, hayır daha farklı olmalıydı. Bunun bambaşka daha derin temeli olduğunu şimdi, şu an bunları yazarken hissediyorum. Birden bire Selim İleri’nin sesinin kulağıma dolması boşuna olmamalı.

Televizyon yıllardır seyretmiyorum; evde televizyon olsa da, olmasa da… Ancak belli programları fark eder, denk gelir veya internette görür isem saatinde de takip edemesem bile internete yüklendikçe ve vakit buldukça seyretmeye gayret ediyorum. Birkaç hafta evvel nasıl bir program seyrettiğimi hatırlamasam da, o gün “Zehirli İnsanlar Sana Nasıl Zarar Veriyor?”[2] başlıklı, bir psikoloğun çektiği video önerisi karşımda beliriverdi. İsmi bana daha önceden severek okuduğum “Zor İnsanlar”[3] yazı dizisini hatırlattı. Eh tabii bir de aldığım “Mağdur Hakları” dersi ve o derste ilgimi cezbeden konular; ardından okuduğum kitaplar ve kendi yaşantıladıklarım. İnternet üzerinde farklı zamanlarda denk geldiğim, psikolog olan bu iki kişinin başlıklarındaki isimlendirmelerin birindeki naiflik ama diğerindeki netlik ve gerçekçilik, birbiri ile zıt gibi görünse de aslında videoyu seyredince yine aynı temalar olduğunu anladım. Böylelikle ikinci kez popüler psikoloji çalışması denebilecek bir çalışmaya göz gezdirmiş olurken “bu konuların ilgimi çekmesi”nin nedenini düşünmeye başladım. Zira eğitim içinde almamız gereken derslerde veya bazı öğrenilen şeylerle ve maarif yolunda uymamız gereken/dikkat edilmesi gereken hususlar vb bakılınca Zor İnsanlar veya Zehirli İnsanlar bahisli konular önemli bir yerde duruyor ve benim de “hobi”m bu konu! İnsanların yaşamlarında adandıkları ama aslında kendi alanları olmayan sadece ilgileri olup severek –bu tip bir konu nasıl sevilir demeyin lütfen- sürekli araştırma ihtiyacına girdiği konuya “hobi alan” demekte zarar veya tuhaflık olmasa gerek. Belki biraz garip olduğunu kabullenmeliyim ki;  soykırımlar ile yıldır-kaçır (mobbing), okulda zorbalık (bullying), duygusal şiddet (flört şiddeti, arkadaş şiddeti vd.dahil), cyber- bullying özel ilgi alanım. İsimlendirmeler çok hoş değil; yazarken bile bunları karşısındakine uygulamadığı halde bile utanıyor insan ama tanımlamadan da olmuyor bu dönemde. "İsmi belli olmalı!" :)

İnsan hayatı, ilgi duyduğu şeye meylettiği için mi; “evrene mesaj” gönderdiğim için mi; yoksa benim teorime göre, şu an birçok insanın hayatında bunlar eskiye nazaran daha da yaygın olduğu için mi bilinmez; ama bu konu günlük yaşantım içinde, ya kendime yönelik olarak, ya da en yakınıma yönelik olarak yamacıma sokuluveriyor. Bizzat  tecrübe sabiti veya şahitlik makamı. Ruhi meseleler ve toplumla da bağı çok yoğun olan ruhi durumlar; yani iç içe geçen meselelerde, eğitimde de, sağlıklı kişilik oluşumu birincil alan olduğu için olsa gerek, yaşayarak tecrübe etmenin karşı tarafı anlama, bu tip olayları yaşayanlara yaklaşım ve çocukları buna hazır yetiştirmede büyük derecede önemli olduğunu görmüş oldum. Belki de bu yönden bakarak yorumlamak rahatlatıcı olsa bile; nasıl ki kanser hastalıkları üzerine çalışan doktorların illa kanser olması gerekmiyorsa tabii ki bunları yaşamasını kimseye tavsiye edilebilir değil.  …Zira soykırım veya zorbalığın her çeşidinde;  birisi kitlesel, diğeri de bireysel olarak maddi veya manevi anlamda olsun, o insanı/zümreyi yok etmeye azmedişin, bu davranışlar bütününün hemen hemen aynı alt yapılara ve aşamalara sahip olması. Birisi bir insanın bütünlüğünü, hayatını ve çevresini, kendiliği ile ilgili hemen hemen her şeyi darmadağın ederken; diğeri de bir ırkı veya bir zümreyi yok edip, parçalıyor. Yalnızlaştırma, aşağılama, o kişiyi/zümreyi olduğundan farklı gösterme, manipüle etme, o kişiyi/zümreyi yapmayı istemediği davranışa sürükleme, insan olarak değil bir nesne/eşya hatta bunlardan daha aşağı bir duruma indirgeme… bunlar yapılırken de dışarıdan bakanların mağduru haksız göreceği şekilde durumları yayma, fakat fiil/niyet, görünmez hareketlerin –psikolojik baskı unsurları oluşturan eylemi olmayanların da - sistematiği açığa çıktığı an durum berraklık kazandığında her şeyin sorumlusu olarak da failin kaçamadığı noktada (ki bu hem soykırımlarda, hem de zorbalık/duygusal şiddette ispatı en zor kısım) ikinci bir aşama başlıyor ki; bu da mağdurları ikinci kez mağdur ediyor… O da en basiti “nasıl fark edemedi” ile başlayan suçlayıcı genel yanılgılar ile vakti zamanında o kişi/zümreye sırtını dönenler, duruma fark edemeyip, görmezden gelenler…bir nevi duruma ateş taşıyanlar. O yüzden fırsat buldukça, bunun bir “mesele” olduğuna inandığım için yazmaya kısa parçalar halinde devam ettirip; çocuk eğitimine kadar bunu getirmeye çabalayacağım ki en azından kendi adımlarımda  bastığım yer, ne kadarlık bir yüzölçüm olursa olsun “dünyayı güzellik kurtaracak” diye bir inancı en azından buralarda veya içimde yeşertebileyim. Bugün olmasa da “burada her şey İNSANı sevmek ile başlıyor” diye güvenen yarınlar için, –en azından konuyu gündeminde tutan biri kişi daha oldu diye kendime ve sorumluluğuma karşı iyi hissederek- ufak bir katkım olabilirse,  belki o vakit Kandiller cidden uyanır!..



[1] Sait Faik ABASIYANIK ; “Alemdağ'da  Var Bir Yılan”;syf.19
[2]
 Beyhan BUDAK (psikolog) ; “Zehirli İnsanlar Sana Nasıl Zarar Veriyor?” https://www.youtube.com/watch?v=dVnvCYsXdMg

15 Ocak 2019 Salı

Üstüne Alınma




İnsan yazı yazarken korkar olur mu?

Öğretmenler olarak doğal bir gözlem süreciniz oluyor. En klasik hususlardan biridir; olumsuz olanı da olumlu olanı da görür; öğrenciye dönüt verirsiniz. Bu dönütler, öğrenci için elzem ve gereklidir; öğrenme işinde. Çoğunlukla genele hitap eder lakin  eğer çok özel bir şey varsa, tek bir kişiye/gruba ait bir problem/iyi bir şey söz konusu ise o kişi/lerle özel konuşursunuz. Son on yıldır artan bir ivmeyle – büyük ihtimalle bunu başka meslek grupları da yaşıyor- sanki insanlar yazılanlardan kendi üstüne pay biçiyor. Gözlemim odur ki, bunun iyi yanları olabilse de, çoğunlukla zararlı bir düşünüş zeminine yol açıyor. Eğitim ile ilgili belki de yüzyıllardır süregelen, bazıları günün şekline bürünerek, bazıları da hep aynı şekilde zuhura çıkan bilindik hadiseler, olgular, vakalar üzerinden bazen bir örnek olay sebebiyle ve bu örneği öne olarak yapılan bir anlatım, mânâyı açığa çıkaracak bir ifade yapıyor olsanız… (a)sosyal medyanın yan etkisi… kendi üstüne alınanlar beliriveriyor. Halbuki bahsedilen konuda, hepimiz eksik, hatalı ve biz de o anlatılan örnek olaydaki gibi olabiliriz. Bu yönden görüp “bu bende de var ama işin aslı değiştirmem lazım “ deyip düşünmek ayrı bir şey; diyelim ki o alanın duayeni birisi hasbel kader sizde “arkadaş” olarak ekli ve sizde de olan bir şeyi ifade etti diye  “Bunu bana yazmış!” diye düşünmek ayrı bir şey. 
Başka bir örnekle daha da iyi pekiştirebiliriz. Diyelim ki bir ilişki psikoloğu sanal medyayı alanı ile ilgili paylaşım için kullanıyor ve ülkemizde de artan bir vaka boşanmalar olduğu için bununla ilgili bir şey yazdı diye düşünelim. Varsayalım ki sizin de arkadaşınız veya uzaktan tanıyorsunuz veya siz de bu paylaşıma denk geldiniz bir yerlerden. Olacak bu ya! Siz de boşanma fikri içindesiniz veya orada yazılmış haraketleri sergilemektesiniz… Alınmaya lüzum var mı? Belki o psikolog da, aynı ruhi durum içinde, bunu bile bilmiyoruz…. Yani kısacası, insanların eğer birbirleri aralarında bir şey varsa yüz yüze söylerler/söylemeliler  veya size bir hatanızı, bilmediğiniz bir hususu ifade etmek zorunlu ise, bunu gördüler ve iyi niyetli bir hisle “bunu ona söylesem iyi olabilir” diye hissediyorlarsa; zaten sizi önemseyen biri (a)sosyal mecra yoluyla, mesajlarla vb şekilde gönderme yapmayı düşünmez! –Düşünmemeli.- Olsa olsa belki siz, bu konuyu klavyeye almak için, yani yazılması için itici kuvvet olmuş olabilirsiniz veya herhangi bir yerde sürekli karşılarına çıkanı, sizde de fark etmiş olabilirler pek tabii… üzerine düşündükleri veya sürekli gördükleri konuyu, daha derin düşünmeye ve bu hususla ilgili fikirlerini gündeme taşımaya itmiş olunabilir. (buraya kadar art niyetli düşünce ile yapılan hareketler ve “laf çarpıtma” kullananlar konumuz kapsamında değil.) 
En azından Maârif Yolunun Ebrusu ve pek tabii Maârif Yolu'ndaki herkes bu şekilde düşünüyor; yapıyor ve yapmaya çalışıyor. Biraz sanaldan uzak kalınca, etrafı şöyle bir gezineyim dediğimde gözlemlediğimde ön plana çıkan husus bu oldu diye; böyle bir bahsi önden yazmak elzem göründü. Aman bunu da “kimse üstüne alınmasın”! J